21 Şubat 2010 Pazar

Seslerin Getirdiği: İstedim


Seslerin Getirdiği #12




“Nereye gidiyoruz şimdi, hmmm”

Gözlerimi açtım, etrafıma bakındım, geçen günü hatırladım ve beklediğim yorgunluktan çok uzak olmanın sevinciyle doğruldum. Boynuma dolanmış kulaklığım ve henüz uyuşukluğunu atamamış ellerim aralarında mücadele ederlerken, Özgür çoktan kalkmış, bilgisayar başında sosyal çevresini kontrol ediyordu. “Şimdi de şuraya gidelim” dedikten sonra bana baktı, sıkılmış bir ifadeyle “Nihayet” dedi ve tekrar ekrana döndü. Evdekiler alışverişe gitmişlerdi, kahvaltı hazırdı, beni bekliyordu ve uyandırmak istememişti ama pişman da olmuştu. Playerı bir kenara attım, lavaboya gitmek için kalktım derken ayağıma yapışan şey yüzünden irkildim. Tam olarak açamadığım gözlerimle baktım, aşağıda iskambil kağıtları saçılmış bir şekilde duruyordu. Ayağıma yapışana baktım, hayır, Maça Kızı değildi.


İyi, dedim lavabodan çıkarken, hayat saçma mucizelerinden kurtuldu en azından. Odadan çıkıp salona doğru giden Özgür, anlamsız bir bakıştan sonra, herhangi bir anlam kaygısı gütmeden yaptığımız saçma felsefi sohbetlerden biri sanarak, “Mucize, olasılıklar denizinde kuru bir noktadır zaten” dedi, güldü. Pencere kenarındaki masaya doğru giden ben, anlamsız bir bakıştan sonra,”Ciddiydim oğlum ben” dedim. Cevap olarak televizyonu açtı.


"Flash Tv" denen şeye bakarken, verdiği cevap şekli nedeniyle Özgür’ün zekasına hayranlık duydum. Sonra geceleri cinlerle seviştiğini iddia eden ve rol yaptığı konusunda yeterli delile sahip olamadığım o kadının bilinçaltını düşündüm. Cinlerin varlığıyla ilgili bir miktar inanca sahip olmama az kalmıştı ki, cama vuran damlaların sesi beni kendime getirdi. “Off ya” dedi, sıkkın bir şekilde ağzında ekmekle donmuş şekilde dışarı bakan Özgür. Sonra, “Kaç gündür evden dışarı çıkamadım zaten, yine mi ya” demek istedi aslında ama ağzındaki ekmek nedeniyle bir şeyler gevelemiş oldu sadece. Bilinçaltı konusunda biraz önce kısa bir refleksiyon yaşamış zihnimde birden bir şeyler parıldadı. Yutkunan Özgür, “Oğlum yine pis yediliyle geçecek gün ya” dedi. Nası lan, diyip kalktım masadan.


Dün birileriyle mesajlaşmış olmam lazım herhalde diyerek telefonumu bulmaya gittim odaya. Genellikle altına koyduğum için yastığa doğru uzanıp kaldırdım. Evet, telefon oradaydı ama yanında kötü bir sürpriz vardı, Maça Kızı… Lan nası, dedim, bu kadar net hatırlamam çok saçma, dedim, lan bu ne biçim bi şey, ne biçim kafa, dedim dolanıp dururken odada. Özgür bana baktı, “İlginç bir rüya görülmüş herhalde” diyip gülerek beni tekrardan kahvaltıya çağırdı.


Şaşkın bir şekilde, bir şey söyleyemeden girdim salona. Dışarıdaki yağmurun sesi neredeyse, artık kliplerin döndüğü orta halli bir kanalı gösteren televizyonunkini bile bastıracaktı. Mesele rüya-gerçek değildi. Mesele o pencerede yağmur damlalarının arasında belirli belirsiz görünen “ben”di. Ne hale geldiğimdi, kendimi ne hale getirdiğimdi. Ve su akar, ve su temizler… İzledim sessizce damlaları, içimden geçirdim kendimce. Başka bir farkındalıktı bu, başka bir yabancılaşma. İçim konuşmuyordu bu sefer, kendi kendime yediğim içim… Konuşsaydı, “Giderek yalnızlaşan bir neslin torunusun. Kendinden bile azıyla baş başa kalman doğal” derdi. Ya da ben derdim…


Ya da “Bir damla yağmur anlattı beni bana*” derdim, ya da “Bu sabah yağmur var İstanbul’da**” der gibi olur, “Tam ortasındayım yağmurun***” derdim, ya da hayır “I can see you / but I can never reach you****” diyebilirdim ama ne geceydi ne de New York,”Reckoneer*****” diyerek ağlayabilirdim de, ya da pes ederdim, bir huzur beklentisiyle “Yağ…” derdim, “Yağ, yağmur yağ...******”






 


Ama hikaye çabuk bitecekti o zaman, diyorum. Zaten videosu da yok televizyonda çıkamazdı ki, nası bağlayacaktım, gökten kulaklık mı inecekti, diyorum sonra. Özgür üzgün bir şekilde bana bakıyor, bir yandan da reçeli akıtmadan ekmeğe ulaştırmaya çalışıyor. Kafa uçtu, diyor. Sessizleşiyorum. Ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra gülerek “Sessizlik neler getiriyomuş bakalım” diyor. Evet, diyorum yoruldum. Şu aptalca durumda bile neyi düşünüyorum. Neyse bir ara vercem sanırım, belki de bir daha yazamayabilirim, söyledim Cem Berk’e de, diyorum.” Hmm, ne dedi?” diye içindeki kahkahayı tutmak ister gibi soruyor. Komik olduğunu nerden anladı, yoksa başka bir şey mi var diye biraz düşünüyorum, kafasını “Ee” manasında sallayınca; “Tamam, anlıyorum, dedi” diyorum. “Sonra da ‘Ya bir şey sorcam ama kızma’ dedi” diyorum. Çayını ağzına götürürken bir kafa sallaması daha… Sesimin tonu gittikçe düşerken, “Bu ‘Seslerin Getirdiği’ ismi, ilhamının nerden geldiğiyle mi ilgili böyle şarkılar, içsesin falan; yoksa leylekler kafasıyla geçmişine kendince bir köken, anlam mı kazandırmak istedin” dedi diyorum. “Püüühhtşt!!” gibi bir şeyler oluyor, Özgür çayı masaya püskürüyor. Öksürükleri ve kahkahaları arasına “Peki sen ne dedin” leri bir şekilde sıkıştırmayı da başarıyor. Ne diycem, güldük işte, diyip kalkıyorum masadan.


“Oğlum bir lokma bir şey yemedin ki zaten gel şuraya” diyor. Yemek istemiyo zaten canım, diyip televizyonu haber kanallarına doğru yönlendiriyorum. Yağmur dışarıda etkisini kaybederken, haberler tüm Türkiye’ye bu ufak yağmurun devamının gelmeyeceğini açıklıyorlar, ben hariç ülkece huzur buluyoruz. “Ee, nereye gidiyoruz o zaman?” diyor Özgür. Yeter oğlum, diyorum. Lan rüyamda da ikide bir “nereye gidiyoruz”, “nereye gidiyosunuz” cart curt… Nereye gidiyosak gidiyoruz lan. Genç dediğin nereyesini düşünmez, çıkar yola gider babam gider. Sonra ister “Nereye geldik” der, isterse “Nereye gidiyoruz” der gidecek bi yer kaldıysa. Bu ne lan, diye tepem atmış bir şekilde kalkıp o hırsla Maça Kızı’nı yırtmak için odaya gidiyorum.


Yastığın altından kartı hışımla çıkarıp, elimde işkence niyetine buruştururken Özgür gülerek odaya geliyor. “Çocuk dur ya. Ohoo! bozacan desteyi, dur” diye elimden almaya çalışırken bir yandan da gözleri yaşarırcasına gülüyor. Gülme valla bir vurcam elimin tersiyle, diye kabarıyorum ama elini “dur dur, düzelince anlatacağım” şeklinde sallıyor. Yavaşça kendine gelirken, “Sen şu Maça Kızı hikayesini falan, dünü toptan rüya sandın de mi?” diyor. Oha nerden biliyosun, değil mi yoksa, diyorum. Benim hatırladığım burada kartlarla falan oynamadık biz, hem yastığımın altına Maça Kızı’nı koymuşum, sonra sen dışarı çıkamadığını söyledin falan, diyorum. “Öncelikle öyle bi şey demedim. Sen yanlış anlamışsındır. Sonra, biz sen yatınca Anıl’la pişti oynadık biraz, üşendim, kaldı onlar öyle. Maça Kızı’nı da yatarken espri olsun, sabah güleriz diye koymuştum ama bu kadarını da beklemiyodum valla” diyip yeniden krize giriyor.


Sessizce oturuyorum yatağa, elimdeki buruşmuş Maça Kızı’na bakıyorum, yatakta uzanan playerıma bakıyorum, herhangi bir yansımam olmasa da kendime bakıyorum. İçim yine sessiz… Nedir ki, diyorum rahatlamış bir şekilde. Pantolonumu bulup, cebinden asıl Maça Kızı’nı alıyorum. Şansıma şu standart, ucuz modellerden, destenin aynısı. Buruşan kartın yerine desteye karıştırıyorum.


“Öyle acayip bi rüya görmüş olmak güzel bi anı gibi gelmeye başlamıştı tam da” diyorum kalkıp bilgisayara yönelirken. “…Ama ışıksız ve renksiz kalasıca mimarlar bozuverdi kırılgan rüyayı.” Gülüyorum. Özgür bu sefer sempatik bir sevecenlikle gülümsüyor. Şarkıyı açıyorum.


“Hayatın gerçek mi?*******”
diye soruyor. “Sanırım” diyorum. Sonunda!



* Yağmurla Gelen - Anima
** Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da - MFÖ
*** Tam Ortasındayım - MFÖ
**** And It Rained All Night - Thom Yorke
***** Reckoner - Radiohead
****** Yağmur Güncesi - Sakin
******* Büyük Düşler - Mor ve Ötesi






Son.



Gerçek hayatımdan bildirerek bu sefer, bu zamana kadar gözlerini yorup da okuyan herkese teşekkür ederim öncelikle. Böyle bir son söz ekleyip eklememe konusunda kararsız kaldım başta; ama sonra bunu istediğimi farkettim. Beklemediğim anlarda verdiğiniz tepkilerle beni oldukça şaşırttınız, mutlu ettiniz. Saçma gelebilir ama bilmiyorum, kurgu da olsa samimi bir şeyler paylaştım gibi. Herhangi bir şey başarmasam da güzel bi veda etme isteği var, anlayışla karşılayacağınızı sanıyorum. Umarım yazılarla sizleri sıkmamışımdır.

Giderken değişik bir şeyler yapmak istedim; ama anca bu kadar oldu işte.

Doğru düzgün kullanamadığım ilhamları için; Radiohead, Deerhunter, Beck, Derin Esmer, Teoman, Gorillaz, Bülent Ortaçgil, Asfalt Dünya, Replikas, Yasemin Mori, Anima, MFÖ, Thom Yorke, Sakin ve Mor ve Ötesi'ne;

Kayıtlarını tutmadığım, hatta zamanında merak bile etmeyip ayıp ettiğim görsellerin yaratıcılarına;

Kullanamasam da, yazarken kulağımda bolca çınlayan; Kaki King, 65daysofstatic, Bulutsuzluk Özlemi, Chicago Underground Quartet, Direc-t, Duman, God Is An Astronaut, Explosions In The Sky, Interpol, MGMT, Mira, Nekropsi, Pink Floyd, Portishead, Sigur Ros ve tabi ki Kayra'ya;

Başta beni bir şekilde cesaretlendirmeyi başaran Cem Berk olmak üzere, tüm Avaz Avaz ailesine;

Ve kafa açan sohbetleri için yeni-eski tüm arkadaşlarıma teşekkürler.


'Seslerin Getirdiği' 2009-2010 yılları arasında üretilmiş olup, akıbeti belli değildir.
Pek değerli olmayan yazılardaki tüm kişi, karakter ve olaylar hayalidir
(tamam, belki ben ve Özgür yarı gerçeğizdir) ve haklarının kimde olduğu da bilinmemektedir.





Share This
Subscribe Here

0 yorum:

 
Avaz Avaz Dergisi

izliyorlardı

Avaz Avaz Copyright © 2011 BeMagazine Blogger Template is Designed by Blogger Template
In Collaboration with fifa