4 Kasım 2012 Pazar

Röportaj: Sapan

Kaliteli işler, yeni heyecanlar ve güzel haberler 


İsminden yola çıkarak gelen yorumlardaki punk mı heavy metal mi sorularına bu röportajla son veriyoruz. Sapan'ı bilenler bilmeyenlere bu sefer anlatmıyor çünkü hepinizi bol kahkahalı, eğlenceli, yer yer tartışmalı  röportajlarını okumaya davet ediyoruz. Röportajı okumayı bitirdikten sonra grubun Soundcloud veya Myspace hesaplarını ziyaret etmek ve 14 Kasım'da Salon'daki konserlerine gitmek, yapabileceklerinizin en güzeli. 

Buse: Sapan’ı tanımakla başlayalım.


Baykal: 2010’un Mart ayından beri üçümüz beraber çalıyoruz. O zamandan beri de beste çalışmalarında bulunduk, birçok üniversite festivalinde, Peyote, Dogzstar, Bronx Pi Sahne, One Love Festival 10/11’de ve en son olarak da Adidas All Originals partisinde sahne aldık. 2012 Mart ayında Miller Music Factory yarışmasının birincisi olduk. Geçen yılın Kasım ayında Gökyüzünde Yeryüzü ismiyle EP çıkardık. Yarışmadan kazandığımız üç şarkı kaydını tamamladık, bu kayıtları da ikinci bir EP çerçevesinde yayınlayacağız. Muhtemelen Aralık 2012'yi bulur yayınlanması, şu an miks aşamasındalar. Geçen EP lansmanından farklı olarak, yeni EP’yi bir konser mekânından ziyade, daha küçük, samimi bir yerde lanse etmeyi düşünüyoruz. Bu konuda şu an için kesinleşen bir şey yok.



Buse: Gruplar sürekli bir değişim halinde, mainstream olsun olmasın. Sizin de böyle bir süreciniz var. Şimdiki zaman için konuşacak olursak, Sapan son formunu almıştır diyebilir miyiz?

Baykal: Müzikal anlamda değişimin, yeniliğin bir sonu olacağını sanmıyorum. Grubun daha önce müzikal anlamda yaptığına yenilikler katmak istemesi yeterli bir değişimin meydana gelmesi için. Önemli olan bizce, bu arayışın doğal haliyle gerçekleşmesi ve müzik dışında herhangi bir kaygı taşımaması.
Sapan’ın son formunu alıp almadığını belki de ilerleyen zamanlar gösterecektir. Müziğin değişim süreciyle de ilgili aslında biraz bu. Üçümüzün (Hiko, Cihan, ben) 3 yıla yakın bir süredir birlikte müzik yaptığını düşünecek olursak, çekirdek kadronun oluştuğunu söyleyebiliriz. 2-3 aydır da Arda ile çalışmaya başladık. Yeni birinin gruba dahil olması üretim sürecindeki uzlaşı kolaylığına, sağladığı katkıya ve buna benzer birçok unsura bağlı. Farklı yaklaşımlar dahi bir bütünün parçası olabiliyorsa ne âlâ. Bu da zaman alabilecek bir süreç olduğundan bu konuda bir sonuca varmak için aceleci davranmıyoruz.

Buse: Yani yarın bir gün klavye yeniden grubunuza dahil olabilir veya farklı soundlar deneyebilirsiniz.

Cihan: Aslında farklı sound denemekle dördüncü birinin gelmesi paraleldir diyemeyiz. Bu halimizle de farklı çalışmalarda bulunabiliriz. O arayış her zaman olacak. Ancak sahnede veya kayıtlarda, daha fazla hareket olsun diye ekstra enstrüman koymaya çalışıyoruz. Bunu da sahneye yansıtabilmek için bir dördüncü kişinin olması büyük avantaj. Üç kişiyken yansıtılması çok daha zor. Baykal sahnede hem vokal yapıp hem de gitar çalarak zaten ağır bir yük taşıyor. Bunun yanı sıra, mümkün olduğunca gruba dahil olabilen ve zamanla grubun bir parçası olması muhtemel biriyle çalışmayı tercih ediyoruz. Dört kişi olalım, olursa ideal bir sayı olacak diye düşünüyoruz ancak olmazsa da yapacak bir şey yok. Şu zamana kadar böyle devam ettik.

Ahmet: Peki Uktem’le Miller Music Factory birincisi oldunuz. Neler yaşandı, sizin için nasıl bir süreçti? Sonrasında bir de Amerika maceranız oldu.

Hikmet: Kaybedecek bir şeyimizin olmadığı düşüncesiyle, Miller Music Factory’e bir arkadaşımızın önerisi üzerine katıldık. Oylama zamanında da ilk 10’a kalsak yeter, workshoplar’a katılırız, eğleniriz, bir şeyler öğreniriz diyorduk. Workshop’ların hepsine katıldık bu arada ve bayağı keyifliydi. Sonrasında final gecesi oldu, o gece biz çok farklı kafalardaydık çünkü oraya gerçekten derece alırız düşüncesiyle gitmemiştik.

Cihan: İstedik elbette ödül almayı da, kazanacağımıza dair bir iddia taşımadık hiç...

Baykal: Birinciliğın açıklandığı an komikti aslında. Hikmet’in birinciliği çok önemsemediğine ilişkin demeçlerine bakacak olursak çelişki barındıran bir andı.

Hikmet: Birinci olduğumuzu öğrendiğimizde herkes farklı yerlerdeydi.

Cihan: Hikmet en öndeydi. Biraz arkasında Baykal vardı, ben biraz daha gerideydim. Ama birbirimizi görebilecek düzeydeydik. Birinci mi olduk derken – henüz ne olduğunun farkında değiliz- döndüm bir baktım Hikmet sahnede ödülü sallıyordu.

Hikmet: Bir daha da geceye ilişkin o videoları izleyemiyoruz çünkü izlememiz için çok sarhoş olmamız gerekiyor. Gülüyoruz, gözümüzden yaş geliyor ve bir daha izlemek istemiyoruz. En azından kendi adıma öyle söyleyeyim.

Baykal: Onun dışında, biraz kendimizi tekrar ediyoruz gibi oluyor ama; hem workshop’larda güzel bilgiler edindik, hem de bi’ bakıma çevre edindik. Müzik piyasasından insanlarla tanışma fırsatı bulmak, iletişim kurmak grubun isminin de bir şekilde zihinlerinin bir köşesinde yer edinmesini sağlayabiliyor.

Buse: Kesinlikle öyle. Açıkçası ben de Sapan’a o şekilde ulaştım. Yarışmaları bir şekilde takip ediyorsun, etmesen bile organizasyon özellikle ilk üçü promote ediyor ve biraz ilgiliysen sen de açıp ne çalıyorlar ne yapıyorlar diye bakıyorsun. Zira şimdi de Be The Band var. Onda da ilk 10’a kaldınız. Be The Band süreci nasıl gidiyor?

Baykal: 1 Kasım’da mülakat olacak. Onun devamında ne olup biter bilemeyiz ancak heyecanlıyız tabii.

Buse: Bu arada ben bir yerde sizin 18 şarkınızın kayıtlı olduğunu okudum.

Hikmet: Yok canım, keşke! Myspace’i ilk açtığımızda eski şarkılar vardı. Bir kısmını çalıyorduk. Orada muhtemelen kayıtlı olan değil de 18 tane beste halinde şarkı var demişizdir yanlış anlaşılmış olabilir.

Cihan: Şu an yayınladıklarımızdan daha fazla şarkı var da bunların bir kısmı stüdyo, bir kısmı konser, bir kısmı da evde yapılmış kayıtlar. Paylaşılacak düzeyde şeyler değiller. Artık daha derli toplu, yaptığımızı bir öncekinden daha kaliteli olacak şekilde paylaşmaya çalışıyoruz.

Buse: O zaman Be The Band’den sonra albüm geliyor?

Baykal: Be The Band’i kazanmasak da, artık albüm çıkarma zamanının geldiğini düşündüğümüz için gelecek sene için albüm planlarımız var. Tabî bunun maddî altyapısının sağlanması lazım. Belki de aşmamız gereken en büyük engel o olacak albüm sürecinde.

Cihan: Ama gelecekse yarışmadan sonra gelecek, orası kesin. O anlamda yanlış bir ifade olmadı.

Baykal: Komik bir şey oldu. Biz ikinci EP’yi sonbahar döneminde çıkarmak istiyorduk. Bunu daha ilk EP’yi yayınladıktan sonra düşündük ve bir şekilde Miller’ı kazandık. O üç şarkılık hakkımız tam olarak ihtiyacımızı karşılıyordu. Albüm hedefi de zaten yarışmaya katılmadan önce de vardı. 2013 albüm yılı olsun diye düşündük. Bakalım, eğer süreç öyle işlerse çok seviniriz çünkü albüm çıkarmak, PR’ı, klibi… Bunlar çok zor işler. Çok maliyet isteyen işler ve doğru şekilde yönlendirildiği takdirde ses getiren çalışmalar. Etrafında doğru insanların olması gerekiyor. Bizim de doğru insanlara gitmemiz gerekiyor.

Cihan: Şu aşamada mülakat olması bile çok iyi. İnsanlarla tanışma fırsatı ve yarışmanın tecrübesi bir altyapı sağlayacaktır. O bile güzel bir gelişme grup açısından.

Hikmet: Öyle yani. Önce EP’ye odaklanacağız. Dediğimiz gibi seneye de albüme.



Buse: Amerika maceralarınız vardı. Az önce araya laf karışınca dinleyemedik.

Cihan: Gittik, güzeldi. Hangover 3’ü çektik

Baykal: Amerika güzeldi fakat Hikmet’in gelememesi hepimizi derinden üzdü.

Cihan: Buruk bir sevinç yaşadık.

Hikmet: Onlar Las Vegas’dayken ben Taksim’deydim. Ve Sarayburnu’nda denize girerken hep onları andım, acaba California’da bu kadar akıntı var mıdır diye düşündüm.

Baykal: Biz de Las Vegas’da, San Fransisco’da Hikmet niye yok diye ağladık. Amerika bizim için tatil oldu. Grupça gidebilseydik bir ihtimal sahne almamız da söz konusu olacaktı.

Cihan: Miller’ın üstlendiği bir organizasyondu. Her lokalin Miller’a verdiği bir kota var ve dünyanın farklı farklı yerlerinden aynı ödül için aynı tura gelen bir sürü insan vardı. Biz o grubun müzik üreten, müzikle iç içe olan insanlardan oluşacağını sanıyorduk. O yüzden ayrı bir heyecan vardı. Grup olarak gidemeyince iş Baykal’la tatile gitmeye döndü. Yarışmadan dolayı müzikle alakalı insanların yanı sıra diğer ülkelerden Miller görseli yapan biri ya da farklı projelerden bir sürü insan profilinin de varlığı durumu sadece geziye dönüştürdü. Jetlag’den çıkabildiğimiz kadar eğlenmeye baktık.

Baykal: Bu arada organizasyon çok iyiydi. Kaldığımız oteller, gittiğimiz restorantlar, etkinlikler çok başarılıydı. Gerçekten öyle bir beş gün geçirebilmek için insanın maddi imkâna sahip olması gerekiyor. İşin maddi boyutunda değilim esasen ancak öyle bir ayrıcalık hissettirdiler bize. Programda da bize yansıyan hiçbir sekme olmadı. Şöyle ki; beş gün içinde beş uçak yolculuğu yaptık. Las Vegas, Los Angeles ve San Francisco’yu gezdik. MTV film ödüllerine katıldık. The Black Keys’i canlı izleme şansımız oldu. Sıradan bir turist olarak gittiğinde işin bu yönünü yaşayamayabilirsin.

Cihan: Uçağı beklerken Los Angeles’da durma imkanımız oldu, orada bir Guitar Center’a uğradık ve bayağı alışveriş yaptık, aradığımız her şeyi bulduk. Grup adına güzel oldu.

Hikmet: Ve bana da her davulcuya alındığı gibi baget alındı.

Buse: Her insana nasip olamayacak güzellikteki Amerika maceranızdan sonra konuyu yeniden müzik piyasasına çevirmek istiyorum. Müziği çok hızlı tüketiyoruz. Her gün yeni bir grup hatta yeni janr ile karşılaşıyoruz. Sapan müziğini, tüketen toplumda nasıl konumluyorsunuz ve toplumu nasıl yorumluyorsunuz?

Cihan: Bunu düşünerek ilerlemek zor açıkçası. Müzik zaten ekstra motivasyon isteyen bir uğraş. Özünü çok fazla kaybetmeden, kendini daha bir bulur hale gelmek çizilebilecek en doğru yol sanki. Umarım kendimizi kabul ettirebilecek ve uzun süreli hale getirebilecek noktaya gelebiliriz de böyle kaygıların içinden olabildiğince sıyrılırız.

Baykal: Bence bu bahsettiğin tüketilme durum yalnızca trende bağlı çalışmalar yapan gruplar için geçerli. Talep-arz ilişkisi pekala terse çevirilebilir. Sound ve benzer teknik gelişmeler elbette yapılan müziği de etkiliyor. Mesele yenilikleri bir öz olarak değil de beslenilecek etken olarak üretilen müziğe yansıtmak.

Cihan: Kalıcı olacak bir grubun grafiği kabaca belli bir yükselme, sonrasında zirveye ulaşma ve belli bir düşüş ve sonunda stabil bir noktaya ulaşmasıyla olacaktır. Seni sürekli takip edecek insanlara ulaşma açısından o peak noktasını yakalamak önemli. Sırf trend olduğun için seni takip eden insanların elenmesinden sonra seni gerçekten takip edenlerle sürekli olarak ilişkiyi sürdürülebilir hale getirmek gerek.

Hikmet: Biz zaten başlarken de müziğimiz için şu veya bu tarzda olsun dememiştik. İndie dememizin sebebi bağımsız ve özgün bir müzik yaptığımıza inanmamızdan kaynaklanıyor. Hatta Myspace’de bunun geyiği de yapıldı. Janr kısmına ne yazacağımızı bilemediğim için – seçenekler arasında Chinese pop vardı- melodramatik popular song daha uygun gibi geldi. Bizim kişisel bünyeler melankolik olduğu için kendimize daha yakın bulduk o tanımı. Şakasına öyle karar vermiştik.

Buse: Bir de hip olanın gitgide daha çok mainstreamleşmesi var. Üç beş kişi dinlerken bir anda, üstünden çok geçmeden herkesi o grubu dinlerken buluyorum.

Baykal: O da işin ticari boyutu. Bir de tabii internetle nelerin yapılabileceğinin bir kanıtı, hızlı yayılmak anlamında. Ancak bu meseleye biraz seri üretimmiş gözüyle yaklaşıyorum. Nasıl bir giyim kuşam markası sürekli olarak t-shirt üretiyorsa, aynı şey müzik sektörü için de geçerli. “Müzik sektörü” ifadesi her şeyi açıklıyor sanki. Olayın ticari boyutunu aşıp sanatsal yönünü yaşatarak kalıcılık bir nebze arttırılabilir. Ama en nihayetinde bu bir tercih meselesi. Moda sürekli değişiyor, bazen değişimler gerçekten anlam ifade edebiliyorken bazense sadece sermayenin elden ele dolaşmasına hizmet ediyor. 

Buse: Evet, hem de her gün değişiyor ilginç bir şekilde. Soundcloud’da şaşkınlıkla takip ediyorum. Bu müzikte zenginliğin göstergesi aslında ama takibi çok zor oluyor.

Baykal: Evet evet kolay değil takip etmek.

Hikmet: Önceden keşif yazıları yazardım. Daha doğrusu keşfettiğim grupları paslardım insanlara onlar yazardı. Takip etmek… Bunu herhalde dünyada en iyi japonlar yapıyor.  Japonlar veya Asya’daki müzik dinleyicisi yapıyor. Two Door Cinema Club herhalde 2008 gibi ilk EP’lerini yaptıkları zaman dinlemiştik. Keşif yazısı olarak yayınlamıştık yakında patlayacak diye.  Onur yazmıştı galiba Onur’un da kulakları çınlasın. Herifler dünyada patladı. Bizdeyse bu sene değil mi? İnsanlar Türkiye’ye konsere geliyor diye bir dinlenildiler tüketildiler. O beni rahatsız eden bir durum. O yüzden ben yedi kişinin bildiği grupları dinlemekten haz alan bir insanım. Ama artık iş güç grup işleri yüzünden o kadar takip edemiyorum. O yüzden geri kaldığımı düşünüyorum. O da benim ayıbım.

Buse: Konserler demişken son senelerde sürekli konser olmaya başladı Türkiye’de. Tek günlük festivaller mesela. Dergiye takvim yazıları girerken her güne sekiz farklı etkinlik düştüğünü görüyorum. Bu değişen durum hakkında ne düşünüyorsunuz?


Hikmet: Şüphesiz olumlu.

Baykal: Olumlu, çünkü bence bir şehirde bir gecede 20, 30 konser olabilmeli.

Hikmet: Beğeniye göre seçeneğin artıyor. A’ya gitmem B’ye giderim abi diyorsun. Ondan vakit artarsa C’ye de giderim diyorsun.

Baykal: Aslında önemli olan etkinlik sayısından önce belki de katılım oranı. Büyük isimler haricinde konserlere yeterli katılımın olmadığını düşünüyorum. Etkinlik sayısı ile etkinliğe katılım arasında dengesizlik var biraz. Ben çok isterim 30 konser olsun bir akşam ama kendimizden ya da arkadaşlarımızın konserlerinden biliyorum çok az katılım oluyor.

Hikmet: Ya orada başka şeyler de devreye giriyor. Destek köstek kısımları giriyor. Samimiyet giriyor.

Baykal: Öyle ama genele vuracak olursan bir dinleyici eksikliği var. Bence “merak” ülke çapında sıfat olarak bir problem. Sadece müzik ile alakalı değil. Ama tabii bu müziğe de yansıyor.  İnsanlar genel olaral “merak” etmiyor.

Hikmet: Tabi müziğe yansıması çok doğal.

Baykal: Tabi canım. İhtiyaç değil müzik çünkü. Sanat genel olarak Türkiye’de bir ihtiyaç değil. Kitap okumak bir ihtiyaç değil. Bilgilenmek bir ihtiyaç değil. Bütün bunlar bence normalde yemek yemek gibi hayati bir ihtiyaç olmalı. Avrupa’da, en azından Fransa örneğini verebilirim entelektüel ve sanatsal konulara merak kesinlikle genel olarak bizdekine oranla daha yoğun. Avrupa hastalığına kapıldığım için söylemiyorum bunları. Yanlış anlaşılmasın. Bu eğitim ile alakalı bir şey. Küçüklüğünden beri seni bir şeyleri araştırmaya sevk eden bir eğitim görüyorsun ve bu kişinin müzikle olan ilişkisine de yansıyor. Her şeye yansıyor, hayatına yansıyor. Burada ise sadece sunulanı almak durumu hakim. Analitiktense, sentetik bir algı süreci mevcut. Üşengeçlik var. Halbuki insanlar merak etse ki bunu sadece bizim janramız için söylemiyorum, caz olsun, klasik müzik olsun, yerel müzikler olsun (ki bu janrada benim de eksiğim var açıkcası)...

Cihan: Bir de şöyle bir şey var. Bir ay içinde çok göz önünde olan 20, 30 tane etkinlik varsa daha underground olan yüzlerce olmalı. Piramit şeklinde gitmesi gereken bir olay bu.

Baykal: Ama burada devreye mekan sıkıntısı sorunu giriyor.

Cihan: Evet mekan sıkıntısı var ve alttan bir besleme yok sürekli üstten geliyormuş gibi bir durum var.  Madem böyle bir kültür oluşuyor. O zaman daha fazla mekan daha fazla amatör işler daha fazla bizim gibi grupların ve daha yeni başlayanların kendilerine yer bulacağı konserler olarak sonuçlanması gerekir.

Buse: Bir Peyote daha yok mesela.

Cihan: Tabi bir sürü yer olması gerekiyor. Müzik deyince insanların aklına genelde eğlence geliyor. İş sadece eğlenmek değil, gidip sadece hoplamak değil ondan keyif almak gerekiyor. Beslenmek gerekiyor.

Buse: Alternatif sahne bir yana Sapan müziğini icra ederken kimden/kimlerden etkileniyor?

Cihan: Şimdi bir Radiohead dedik.

Hikmet: Oradan bir Blur, Oasis çıkar.

Baykal: Hepimizin farklı aslında.

Hikmet: Ortak dinlediğimiz gruplar dersek de İngiliz gruplar, The Cribs, Maccabees, The Courteeners, Foals, TDCC, The Cinematics, Bye Bye Bicycle, Bombay Bicycle Club, Alterkicks, Grammatics, Friendly Fires, Mystery Jets gibi. Onun dışında belli başlı Amerikan grupları (Incubus, Nada Surf gibi). Ben mesela evde hayvan gibi punk hardcore dinleyebiliyorum. Yeri geldiğinde İngilizce veya Türkçe pop müzik de dinliyorum. Dengesiz dinleme hallerim.

Baykal: Beni en çok etkileyen isimleri söyleyeyim. Biri babam. Babam klasik müzik bestekarı. Küçüklüğümden beri onun beste yapış süreçlerine kulak misafiri oldum. İster istemez de bir kulak dolgunluğu oluyor.

Cihan: O zaman buradan seslenelim: Selman amca selamlar.

Baykal: Django Reinhardt, Danny Elfman film müziği bestecisi var. Edith Piaf vardır. Tabi onun dışında da Hiko’nun saydığı gruplar.

Cihan: Ben de en çok Morrisey’le Radiohead’i dinledim. Hala da dinliyorum.

Buse: Bütün grup üyeleri farklı farklı türler dinliyor. Ve Sapan birinden etkilenmiyor diyorsunuz. Herkesin farklı isimleri dinlemesi Sapan’ı özgün kılıyor diyebilir miyiz?

Baykal: Tabi. Aramızda bir etkileşim söz konusu. Dinlediklerimizden de etkinleniyoruzdur.
Ama bu bilinçli bir süreç değil. Bilinçli olsa zaten bu etkilenme olmaz, taklit olur.

Hikmet: Yaptığın müziği sadece dinlediklerin değil, gördüğün karşılaştığın yaşadığın bir olay da etkiliyor. Hayat başlı başına bir şey zaten. Vapurlar, hiko falan :)

Buse: Gelelim şarkı sözlerine... 

Baykal: Genelde sözleri ben yazıyorum, ancak Hikmet’in de yazdığı Cihan’ın da katkıda bulunduğu sözler oluyor tabi.

Buse: Sözlerin birer hikayesi olduğunu dinleyici anlayabiliyor. Bir şeyler anlattığı çok belli.

Baykal: Bazıları dediğin gibi öyle. ‘Che ve Coldwave’de olduğu gibi.

Hikmet: Son zamanlarda yaşananlardan mülhem It’s Alright var. Benim bir de Düşer Sözler var.

Buse: Onu sen mi yazdın?

Hikmet: Ben yazdım. Baykal kotardı.

Baykal: Sözden sonra müzikleştirme safhasında değiştirmek durumunda kalınılabiliyor bazı sözcükleri.

Hikmet: Uktem’de de öyle bir ortaklık oldu.  Uktem’in çıkışı zaten çok komikti bir de o şarkıyla birinci olunca hikayesi daha da komik geliyor . Evde oturuyoruz. Ben elime Cihan’ın bas gitarı aldım.

Cihan: Biz o sırada Fifa oynuyoruz.

Hikmet: Abi şu ne? Abi bu ne? Ben burada bunu yapsam sen şunu yapsan derken Baykal aldı bir şeyler ekledi. Doğaçlama çıkan bir şey oldu.

Baykal: Uktem hakikaten bir ayda falan yazıldı. Hatırlarım hatta, yolda yürürken sözlerini düşünüyordum. Tüm sözler bitmiş, bir tek “ah sonunda belirdi renkler” in devamını getiremiyordum, bizimkilerin de haberi vardı. O sırada Hikmet’ten mesajla bir öneri geldi, ve sözler tamamlandı.

Ahmet: Peki, Be the Band’te neden 'Che’yi seçtiniz?

Baykal: Biz seçmedik. 6 şarkıyla başvuru yapılıyor. 6 şarkının içinden ‘Che’yi onlar seçti. 6 şarkıdan ikisini yeni EP den şarkılar oluşturuyordu. Berrak –menajer- şarkıların daha yayınlanmamış olması dolayısıyla ilk 10’a kalındığı takdirde o iki şarkının yayınlanmamasını rica etti.  Uktem’in de Miller birinciliğini getirmesi dolayısıyla paylaşılmamış olması yüksek ihtimal. Geriye Kontrast kalıyor. Kontrast bu arada üvey evlat. Konserlerde bile az çalmaya başladık nedense. Düşer Sözler konur diye düşünüyorduk biz de aslında, 'Che seçilmiş. Beklenilenin dışında bir şarkının beğenilmesi aslında daha keyif verici. 'Che, benzerliğinden dolayı, insanlarda farklı bir algı yaratabiliyor. Ama aslında tırnak işaretinde sonra Che sözcüğü geliyor. O tırnak bir ismin kısaltmasına işaret ediyor. Yani Che Guevera ile alakası yok.

Hikmet: İsim benzerliği konusundan yola çıkarak söylüyorum, yaptığımız şarkılar zaten soyut. Şarkıların hikayesini de çok açık biçimde anlatmaktan yana değiliz. Mesela sen dinlerken başka bir şeye bağlıyorsun. Aynı şarkı sana mutluluk ifade ederken bir başkasına melankolik geliyor.

Buse: İlham dedikleri?

Baykal: İlham kavramı bana biraz ters geliyor. Bence ilham çok geçerli bir şey değil. Sanat veya sanatsal işler bence ilham işi değil, çalışma ve beceri işi. Sadece bazı ruh halleri, yaşananlar, üretimi sürecini körükleyebiliyor.

Buse: Yakın zamanda konser veya turne var mı? Sapan’ı nerelerde dinleyeceğiz?

Baykal: Bir ihtimal Ankara’ya gideceğiz Aralık ayında.

Hikmet: 14 Kasım’da Salon İKSV’de çalacağız. Miller’ın bir festivali var, The Courteneers ve The Cribs de katılacak. Birkaç yerde olacak: Babylon’da, Garaj İstanbul’da ve Salon’da. Cribs’i de bayağı severim. Hatta, bir röportajımızda The Cribs’in altında çalmak isteriz dedik. Sonra The Cribs’in İstanbul’da sahne alacağını duyunca, bize de bir ihtimal Cribs’in sahne alacağı cuma gününün verileceği söylendiğinden bayağı heyecanlandık. Ama bizim konser çarşambaya alındı. Hala heyecanlıyız o ayrı.

Ahmet: Öyle başka gruplar var mı alt grup olarak sahne alsanız çok sevineceğiniz?

Hikmet: The Cribs, Maccabees, Two Door Cinema Club, Foals var. Biz aslında bayağı Bursa’da, Eskişehir’de, özellikle İzmir’de çalmayı istiyoruz. Ama bizim dışımızda gelişen işler bunlar. Gidip grubun orada çalması ayrı bir masraf. Yani, onların karşılanması gerekiyor.

Cihan: Bir de albümün var yok, o da belirleyici oluyor.

Hikmet: Bir yerde okudum albümlü bir sanatçının Ankara konseri iptal olmuş. Bilet satılmamış…Üzücü hakkaten… Neyse bir de eğlenceli bir olay anlatalım. Baykal’ın bir fotoğrafının altına Filipinli bir kız, "You’re the Best" yazmış. Altına hep şey yazmak istiyorum. “You’re the top. Hadi emrine amadeyim.”  =)

Cihan: Bir de bizim Sapan olayı var ya.

Hikmet: Evet bir de Sapan olayı var. Güney Asya’da. Hindistan’da, Filipinler’de Endenozya’da sapan özel isim olarak geçiyor. Mesela adamın ismi Sapan oluyor. Facebook’ta  “Hallo, same name” diye beğenebiliyorlar.

Cihan: Bir tanesine bakmıştım acaba gerçekten seviyor olabilirler mi diye. Adam Sapan’ı en sevdiği futbol takımları arasına koymuş.

Buse: Bu arada Salon’daki festival için ben de çok heyecanlıydım ancak +24 uygulamasını öğrendiğim andan beri hayal kırıklıkları yaşıyorum. Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında? 

Baykal: +24 yaşı uygulaması hakikaten aklımın sınırlarını aşıyor. 23 yaşında birinin bir konser mekânına müzik dinlemeye gidememesi bana absürt geliyor. 





Share This
Subscribe Here

0 yorum:

 
Avaz Avaz Dergisi

izliyorlardı

Avaz Avaz Copyright © 2011 BeMagazine Blogger Template is Designed by Blogger Template
In Collaboration with fifa