20. yüzyılın birbirinden en kopuk iki nesli muhtemelen 80'ler ve 90'lar çocuklarıdır. Bunun tek olmasa bile en büyük sebebini tahmin etmek için dahi olmaya gerek yok: İnternet. Nick Hornby'nin anti-kahramanlarının "nerd" mertebesine erişirken neden dış dünyadan bu kadar koptuklarını, tek bir plak uğruna niye dağları delip çölleri aştıklarını, "bootleg" kayıtların niye bu kadar kıymetli olduğunu tecrübeyle değil ikinci elden biliyoruz biz. Yeni çıkan (hatta henüz çıkmayan) albümleri, diskografileri torrent'ten, canlı performansını merak ettiğimiz grupların onlarca ayrı konserinden kayıtları YouTube'dan zahmetsizce buluyoruz. iTunes arşivlerimizdeki şarkıların sayısı on binleri geçerken, o şarkıların belki yarısını, belki daha da fazlasını hiç dinlemediğimizi farketmiyoruz bile. Herhangi bir yabancı şehirden çıkan bir grubun albümünden, o şehrin yerlilerinden bile önce haberimiz oluyor bazen. Peki vakti evvelde bu işler nasıl yürürdü durup düşünüyor muyuz hiç?
Sufilerin Afrika'ya götürdükleri ezanlarla ilahiler köle gemileriyle okyanusun diğer tarafına taşınıp; önce pamuk tarlalarında blues'a, sonra cazdır soul'dur R&B'dir derken rock & roll'a dönerken Avrupa, Amerikan müzik piyasasını bizim bugün yaptığımız gibi yakından takip edemiyordu tabi. Bu dönemde bir kez daha kanıtlandı ki liman şehirlerinin ekonomik ve kültürel canlılığı bir tarih dersi klişesi değil, aksine New Orleans ve Liverpool gibi şehirlerin müzik geleneklerinin zenginliğinin en büyük sebebi.
Glasgow da 1950 ve 60'larda Britanya'nın en büyük limanlarından biri olarak Atlantik'in öte tarafının müziklerinden ve güneyinde kopan Mod akımından epeyce etkilendi. 60'larda şehrin her tarafında patır patır açılan dans salonlarında şehir sakinlerinin efsane olarak nitelediği, onlardan başka kimsenin adını dahi duymadığı gruplar hem yerlileri hem gemi tayfalarını eğlendirdi. 70'lerde bir dönem şehir meclisi punk konserlerini yasaklamış olsa da, 80'lerden itibaren yükselişe geçen müzik piyasasının şehrin en hatrı sayılır iş alanlarından biri haline gelmesi ve müziğin şehrin önemli ihraç ürünlerinden biri olarak görülmeye başlamasıyla bu zihniyetin pek tutunamadığı anlaşılıyor. Glasgow'a "müzik şehri" adını da şehirden çıkan grupları çok sevdiğimiz için biz yakıştırmıyoruz: 1990 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmekle kalmayan Glasgow, 2008 yazında Sevilla ve Bologna'nın ardından UNESCO Müzik Şehri ilan edilen üçüncü şehir olma payesine de erişti. Boş yere değil tabi, haftada ortalama 130 müzik etkinliği yaşanıyor bu 581,000 nüfuslu şehirde.
3 yorum:
Alba gu bràth! İskoçya Braveheart'tan çok daha fazlası. Abi Birleşik Krallık namına ne öğrendiysem sana borçluyum bildin mi?
Yazarken okuyucunun iç sesini bu kadar özgür bırakmak kolay iş değil.
Yazıyı özel bir mevzu haline getirip, düğünlerle derneklerle takdim etmeyişimizin tek sebebi, olağanın beraberinde getirdiği rahatlığa zaman zaman da olsa ihtiyaç duymamız.
Bu mevzu genişlese sanki Uğur. Madem bu kadar akıcı anlatılıyor ve keyifle okunuyor; genişlese.
Ne dersiniz?
son paragrafı komple öyle bi beklentiyle okudum ben zaten.. daha çok istiyoruuz!!
Yorum Gönder