Ceylan Ertem'le söyleşmeye doyamadık
Okumadan Önce Önemli Not: Hiçbir kahkaha fırsatını kaçırmayan Ceylan Ertem'in bütün gülüşlerini not düşmek tabii ki mümkün değildi. Okurken noktalama işaretleri yerine meşhur kahkahalarını koymaktan çekinmeyin.
Büşra: Soluk’la başlayalım. Anima’yla daha önce bir grupla albüm yapma sürecini yaşamıştın, solo albüm yapma süreci bir grupla çalışmaktan nasıl farklılaşıyor sence?
Ceylan: Anima’yla ikinci albümü kaydetmiş olsaydık muhtemelen çok şahane bir süreç yaşayacaktık ikinci albümde ama ilk albümde ben ilk kez o kulaklığı kulağıma takıyordum. “Çok iyi olmalı” diye çıktım, bir baktım baya söyleyemiyorum. Hatta 1 hafta sonra bizimkileri toplayıp “Arkadaşlar, hiçbir şey için geç değil. Çok güzel bir 6 yıl yaşadık beraber, şarkılar yazdık ama siz başka şarkıcı bulun” falan dedim.. Tunçaylar “Ceylan saçmalama gir içeri” diyorlar. Biz hücum çalmaya çok alışmışız ama albüm kaydında genellikle kanal kayıt yapılıyor ve kanal kayıt da sevgili hocam Alper Maral’ın dediği gibi batı işi ve zamanı sürekli geri almak üzerine kurulu. Yani orada bir hissiyat var ama sen onu geri alıyorsun, tekrar üstüne söylüyorsun, tekrar geliyorsun, tekrar söylüyorsun. Bunlara alışmam da baya uzun sürdü. O çok amatörce bir şeydi ve o yüzden çok zordu.
Soluk’ta kayıtlar esnasında daha rahattım ama şöyle bir durum var ki Anima’da benim dışımda 3–4 tane adamla uğraşırken bu tarafta 49 tane insanla uğraştım. Muhteşemlerdi her konuda ama uyanma vakitleri farklı, bir parçanın içine girişleri çıkışları farklı zamanlarda oluyor… Gerçi bunlar yine de böyle bir proje için çok kısa zamanlarda halledildi. Yani aslında bir grupla çalışmadım ama bir sürü grupla çalışmış gibi olduğum için ikinci albümün de kayıt süreci anlamında çok zorluğu vardı..
Kayıtlar dün bitmiş olsaydı ben burada 2.5 saat kadar anlatırdım “Aah aah” diyerek. Şimdi üstünden çok zaman geçti ve “Güzeldi ya, çok hoştu” gibi hissediyorum. Anima için de öyle mesela ama o zamanlar antidepresanlarla, gevşeme egzersizleriyle durabiliyordum orada.
Büşra: Hem bu kadar kalabalık bir kadroyla çalışıp hem de albümün kişiselliği dengesini nasıl tutturdun? Oldukça kişisel bir şey dinlediğimi hissettim ben dinlerken, onu hissettiriyor.
Ceylan: Beni anlatıyor tabii ki, ben varım orada ve benim yaşadığım mevzular üzerine bir takım hikayeler yazılmış, onları kaydediyoruz ama olay şu ki beni çok iyi tanıyan insanlarla beraber çaldım. Onlar da “Ceylan’a geldik biz ve onun hikayesini çalıyoruz” diyerek çaldılar. Hakikaten biz arkadaştık, dosttuk. Geldiler, benim ne hissettiğimi, nasıl biri olduğumu zaten çok iyi bilerek çaldılar. Ortada bir Ceylan dominantlığı var hakikaten ama ben çok sevdiğim bir müzisyen gidip başka bir kayıtta, başka birinin albümüne çaldığında, kendini tekrar etmeden kendisi olduğunda, özgünlüğünü ortaya koyabildiğinde çok saygı duyarım. Ben de bunun için uğraşıyorum.
Büşra: Yaklaşık 5 ay oldu albüm çıkalı ve okuduğumuz yorumlar hep çok olumlu. Sözlükler, bloglar... Bu konuda ne düşünüyorsun? Bekliyor muydun bu kadarını ya da nasıl oldu?
Ceylan: Aslında evet herkes çok olumlu çünkü parayı pulu çok dert etmeden bir albüm yapılmış, bir eser koyulmuş ortaya ve herkesin o samimiyeti hissedip bundan yana olması beni çok mutlu ediyor açıkçası. Ancak eskiden manevi anlamda çok daha tatmin olurduk biz müzisyenler. Dinlemeye gelen insanların tepkisi anlamında da, sayısı anlamında, yaklaşımları anlamında... 2000 yılından beri konser veren biri olduğum için aradaki farkı ne yazık ki oldukça iyi görebiliyorum. Şimdi insanlar “Naber Ceylan yaaa?” diye yanıma yaklaşıyor. Böyle enteresan bir kuşak var şu anda. Atıyorum sen benim Facebook’tan arkadaşımsın, Twitter’ımı takip ediyorsun, Vimeo’mu takip ediyorsun vesaire. Ben buralarda çok şeyimi paylaşan bir insan olduğum için kendilerini benim yakın arkadaşım sanmaya başlıyorlar ama insanlar yakın arkadaşlarına bile o kadar vermeden alıcı olmamalı.
Ben Erkan Uğur’un, Neşet Ertaş’ın yanına gitmeden “Çok güzel bir cümle bulmalısın Ceylan, öyle bir laf et ki şimdiye kadar hiçbir hayranı dememiş olsun öyle bir lafı” falan diyorum kendi kendime, heyecandan elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemiyorum. Maddi anlamda zaten hiçbir tatmin beklemiyoruz, manevi anlamda küçük tatminler peşindeyiz aslında biraz. Tabii ki hiç kimse beni takdir etmese de ben bu işi yapacağım çünkü çok seviyorum ama o tavır çok enteresan olmaya başladı bir yandan. Geçenlerde yolda yürürken, kendimi de kötü hissediyorum, bir kız yanıma gelip “Merhaba, Ankara’dan yeni geldim ve seni burada gördüğüme inanamıyorum. Böyle bir albüm yaptığın için çok teşekkür ederiz” diyip gitti ve ben o an “Oh ya!” dedim, bilmiyorum anlatabiliyor muyum aradaki farkı.
Bir de şey var, benim Facebook sayfamdaki bir event’e gir ya da başka birilerinin 123’e, Elif Çağlar’ınkine, Şebnem Ferah, Duman falan değil yani alternatif isimlerden bahsediyorum, 5000 kişi kabul etti, 25 kişi hayır dedi. Sonra konsere bir gidiyorsun, kimse yok, meğer o insanlar hala internet başındaymış.
O yüzden bence hiç kimse olumlu tepkilerle çok gaza gelmemeli, aklındakini yapmalı. Olumsuz eleştiriler de aynı şekilde. Çünkü aslında Türkiye’de, olumlu ya da olumsuz, eleştiri yapabilen insan çok az. Dinleyici kitlesi de, müzik yazarı da müzik eleştirmeni de yapamıyor. Çok az insan yapabiliyor ve ben de onların yazılarını alıp okuduğumda seviniyorum ya da üzülüyorum açıkçası. Diğerlerine de “İyi tamam” diyorum. Çünkü adam bir konserle alakalı olarak “Ay ne kadar kötüydü ne kadar kötüydü. Neyse, bilmem ne dizisinin oyuncuları oradaydı da kendimize geldik.” gibi bir şey yazabiliyor ya da “Çok güzel bağırıyor” gibi bir yorum…
Büşra: İnsanın yolunu görmesi açısından da önemli aslında eleştiri mevzusu…
Ceylan: Tabii canım, aynen. Gerçi sen yine kendi yoluna bakıyorsun, işte orda kişisellik devreye giriyor, “Çok teşekkürler ama ben şimdi kapıyı kapatıyorum” gibi.
Büşra: Bu arada konserler eskisi gibi değil dedik ama diğer yandan çok fazla konser gerçekleşiyor. Aynı akşam 3-4 konser birden oluyor. Bu konser artışı hakkında ne düşünüyorsun? Bir yandan yeni bir scene oluşuyor; Peyote, Salon..
Ceylan: Çok mekanın açılması çok iyi çünkü çok fazla müzisyen var. Kendi müziğini yapan insanlar rağbet görür olmaya başladı, cover müziği yavaş yavaş yerini terk ediyor. Ama o mekanlar dolmuyor. Müzisyenler para kazanamıyorlar.
Belirli bir yaş aralığındaki müzisyenler “Rock’n Roll abi, çalalım” tavrıyla çalmaya çok güzel devam edebiliyorlar ama bu onlar için 5 ya da 6 yıl sürebilecektir. O dönem zaten kimseyi görmüyor oluyorsun, hiç umurunda değil. Biz adam “Ben size yine paranızı veremeyeceğim çocuklar, çok özür dilerim” dediğinde “Önemli değil” diyip giderdik. Şu anda da ben bunları yaşıyorum zaten, kazandığımız paralar yine çok komik paralar. Yine böyle – olumlu anlamda söylüyorum- bir enayilik taşıyoruz içimizde ve umarım onu hiç kaybetmeyiz, yoksa çalmayız herhalde onu kaybedersek ama düşününce benim bir kuşak üzerim, hatta benim kuşağımdan pek çok insan, sağlık problemleri yaşayabilirler, çocukları olabilir, evlerinin kiralarını ödeyememenin telaşına düşebilirler artık ve bu insanı çok yoran bir şey.
Öte yandan şimdi inanılmaz bir işsizlik durumu var, faili meçhuller var, hani oradan oraya otuz bin mevzuya atlayabilirsin, gerçekten her şey çok olumsuz. O yüzden “Ah müziğimizdeki sorunlar” diyemiyorum bir yandan ama gerçekten sadece ondan konuşmak gerekirse, plak şirketleriyle ilgili hiçbir olumlu yan kalmadı, hepsi battı. Kendi albümünü kaydedip, kendi küçük şirketlerini kuran ve onları oradan çıkartan arkadaşlar var. Atıyorum bütün yıl çaldığı o bütün giglerdeki paralı biriktirip albüm çıkartıyorlar; illüstratörlerine, fotoğrafçılarına, çalan müzisyenlere cüzi paralar verip kendi albümlerini yapıyorlar. Albümler inanılmaz olumlu eleştiriler alıyor, kıyamet kopuyor ama sonra tekrar bakıyorsun, zaten albüm 2000 tane basılabilmiş, 500 tane satabilmiş ya da 1000 tane. Kara geçmeyi bırak, zararda herkes. Sonra ne yapacak bu müzisyen, internetten mi yayınlayacak? O zaman elinde tutamayacaksın o albümü. İnternetten yayınlansın, eyvallah oradan indirelim onu ama onun da yine bir kayıt süreci var, onun da bir çalışma süreci var. İnternetten satın da almıyorsun, bedava indirmek istiyorsun. İyi, onu da yap. Diyorum, benim albümümü almıyorsanız, dinlemek istiyorsanız indirin. Uzak yerlere gidemedi albüm zaten, hani varsa Konya’da biri, Diyarbakır’da biri ya da işte hakikaten gitmemiş bir yerde biri o alsın, indirsin. Ama o zaman konserlere gel bari. Konserlere de gelmiyorsun, evde oturuyorsun, “Nasılsa albümü dinlerim” ya da “Ceylan zaten bir aya bu konserin kaydını koyar internete oradan bakarım” diyorsun. E o zaman ben senin için hiçbir şey yapamayacağım, o zaman beni de dinleme.
Benim içim gidiyor bazen “Keşke bu akşam çalmasaydım da şuna şuna gidebilseydim” diye.. Miles Davis’in bahsettiği gibi işte “Ben burada çalıyorum, Billie Holiday şurada çalıyor, Ella Fitzgerald şurada çalıyor, bilmem kaçıncı sokak orası ve biz ne kadar mutluyuz” hali. Ama işte tıka basa dolu olmaktan, kuyrukların oluşmasından bahsediyor adam. Bizde öyle bir şey yok. Ben şu an orkestramı küçültmeye çalışıyorum. Büyük orkestraları seviyoruz tabii, ne güzel trombonlar, nefesliler olsun, piyano olsun, arp olsun, yaylılar olsun. Ama yani niye? “Abi sen bu aleti bu kadar taşıdın ama ben senin taksi paranı bile veremiyorum” demek için mi? Gerçekten çok zor şu anda. Tabii bu zorluğu alternatif müziği seçenler için söylüyorum, hani bir popçudan, bir rock stardan bahsetmiyorum bundan bahsederken.
Yani aslında şu an çok olumlu gibi görünüyor ama bir kaç yıl beklemek lazım. Çok memnunum kendi müziğini yapan insanlara çok sahnenin açılmasından, benim de onları dinliyor olmamdan ancak giriş ücreti olarak 15 lira verdi diye bile “1.5 saat çaldılar sadece, bunların da iyice burnu büyüdü.” diye forumlarda yazılar yazabiliyorlar. 15 lira nedir ki? Senin kaç tane sigara paran o acaba, ya da kaç kontör paran? Biz orada çıkıp 1.5 saat, artı 15 yıllık emeğin karşılığını alıyoruz ki onu da alamıyoruz. Artık hiçbir mekan konser satın almıyor, kapı girişine anlaşılıyor ve “Siz doldurun burayı” diyorlar. Artık çok fazla el ilanı da yok birinin konserine dair. Böyle olunca da zor. Eskiden ben yurtdışına gideceğim diyen insanlara çok kızardım ama şimdi bir şey söyleyemiyorum.
Büşra: İnsanların söylediklerinden bahsetmişken, Ceylan Ertem Türkiye’nin Björk’ü diyorlar?
Ceylan: Şöyle bir durum var Türkiye için Yasemin Mori’yi de Björk’e benzetiyorlar, Nil Karaibrahimgil’i de, beni de.. Şimdi buna sevineyim mi, üzüleyim mi bilemiyorum. Melis Danişmend piyanoların ve vokalin ön planda olduğu bir albüm kaydetti, direk tepki “Tori Amos’a benziyor”. Ya Melis nere Tori Amos nere, ben nere Björk nere? Şaka mı yapıyorsunuz ? Bu ne Melis için, ne Yasemin için, ne benim için, ne Aylin için iyi bir şey değil. Björk’ün hastasıyım, Tori Amos’un hastasıyım fakat özgün iş yapmaya çalışan bir insana hakaret etmenin bir yolu bence bu.
Büşra: Referans gösterme istediğinden kaynaklanıyor sanırım o, hani tanımlayamayıp ve “şunun gibi” diyerek ifade etmeye çalışılıyor
Ceylan: Tamam öyle yapalım, hadi gel bir şeylerden esinlenelim ama gerçekten Björk gibi bir müzik değil. “Björk’ün türkü söyler hali” gibi bir şey yazmış biri, “Türkçe şarkı söylüyor nerdeyse Björk” gibi bir yorum. “Haşa” diyeyim önce, gerçekten çok değerli bir kadın müzisyen ama gerçekten ikimizin de soğuğu sevmesi bir ortak noktamız olabilir Björk’le. Çok yakından takip ettiğim çok fazla müzisyen var; Meredith Monk var, Girija Devi var, Björk var, PJ Harvey var. PJ Harvey’i bazen çok daha böyle ağzım açık izlerim. Tori Amos var aynı şekilde. Çok insan var, hepsinden kesinlikle çok etkilendiğimi düşünüyorum ama tek bir insandan değil. Biri elbisesini boyadığı zaman bile Björk’e benzetiliyor. Björk Alexander McQueen giyiyor bir tanem, oysa Yasemin kendi dikiş makinesinde dikiyor belki, öyle değil o işler. O yüzden ben kimseyi kimseye benzetmemeye çalışıyorum. Bir de “Nasıl bir şey bu müzik bir anlatsana” dediklerinde benzettikleri insanların da birbiriyle alakası olmuyor, “Yani biraz Sigur Rós diyeyim sana, biraz Pink Floyd…” falan.
Bir de hepimiz, ben onların adına da konuşuyorum gibi buradan ama eminim öyledir, kategoriye karşıyız zaten. O yüzden hiçbir yerli, hiçbiri gibi, hiçbir şeye benzemeyen birileriyiz. Ben bir türküyü Neşet Ertaş gibi söyleyemem, çünkü oralarda büyümedim. Ben başka bir yerde büyüdüm ve o yüzden Gönül Dağı’nı öyle söylüyorum. Farklı bir şey yapayım diye yapmıyorum bunu, ben öyle biriyim, onun gibi olmaya çalışırsam komik duruma düşerim. O yüzden birilerine benzetilmek, ne kadar iyi bir isim olursa olsun, sanat sepetle uğraşan bu insanlar için hiç hoş bir durum değil aslında. İltifat etmeye, güzel bir şey söylemeye çalıştıklarının farkında olarak sen de teşekkür ediyorsun ama aslında öyle değil. Bir keresinde Sertab’ın bir soundcheck’indeydim, orada beraber çalıştığımız müzisyenlerden biri “Ben seni biliyorum Myspace’teki işlerinden. Björk gibi bir şeyler yapıyorsun, değil mi?”dedi. Sertab da “Hayır o Ceylan gibi bir şeyler yapıyor” diye karşılık verdi ve o cidden çok güzel bir andı benim için, bunlar daha hoş.
Büşra: Bir şeyleri kategorilere yerleştirme ihtiyacın olsa gerek, onu oraya oturtayım, bunu buraya, her şey yerli yerinde olsun..
Ceylan: Bunu daha önce de söylemiştim sanırım, Meredith Monk’un bir lafı var, kendisine “Ne yapıyorsunuz siz böyle?” diyorlar; film çekiyor, müzik yapıyor, tiyatro oyuncusu, operaya, video art’a yeni boyutlar getiren manyak bir kadın. Ve “Ben kategori karmaşasına karşı biriyim. Beni isimlendirmeye çalışmayın çünkü ben isim değilim, fiilim” diyor. “Fiilim” hani, “Çünkü eyliyorum ben, sen daha isim koymaya çalışırken ben başka bir şey yapıyor oluyorum zaten” diyor.
Büşra: Meredith Monk’un çok yönlülüğünden bahsetmişken, fotoğrafçılıkla da diğer görsel şeylerle de yakından ilgileniyorsun, takip ediyorsun bildiğim kadarıyla. Bu ilginin müzik sürecine bir etkisi oluyor mu?
Ceylan: Evet, “Müzik yapamayacağım hayattan nefret ediyorum” dediğim zaman fotoğraf makinemi boynuma asıp sokağa çıkıyorum gibi bir durum var. (İnanılmaz neşeli kahkahası) Ben bunu gerçekten bir terapi gibi görüyorum. Şimdi bir karanlık oda kurdum eve, fotoğraf yıkıyorum, fotoğraf basıyorum ve gerçekten çok iyi hissettiriyor. Bir ara hatta “Ben müzikten aldığım hazdan daha mı çok haz alıyorum bundan?” dedim çünkü o dönem her şeyi tamamen bıraktım, ne müzik dinliyorum, ne bir şey kaydediyorum, ne bir şey yazıyorum... Benim albüm kayıtlarından sonraki dönem bu, her şeyden böyle bir anda uzaklaştım ve sürekli fotoğraf makineleri boynumda, Karaköy’e iniyorum, Kadıköy’e gidiyorum, gidemediğim yerlere gidiyorum. Bir sürü fobim var benim, mesela açık alan fobim. Burası böyle geniş bir alansa ve arkam boşluksa oturamıyorum ama fotoğraf çekerken normalde durmama imkan olmayan yerlerde durduğumu fark ediyorum. Bu bana çok iyi hissettiriyor, bunu yapabiliyor bana.
Bir takım projeler de üretmeye başladım. Bir şarkımdan yola çıkarak bir fotoğraf projesi üretebiliyorum ya da işte Cadı Avı diye başka bir projem var onun fotoğraflarını da çekiyorum ki bir gün kitap çıkarttığımda o fotoğraflar da aralarda olsunlar. Hatta şimdi kadın müzisyenleri fotoğraflamakla alakalı bir planım da var, bir fotoğraf makinesine aşık oldum, onu alınca artık. Böyle projeler geliştiriyorum ve bunlar beni en az müzik için geliştirdiğim fikirler kadar çok heyecanlandırıyor. Umarım bir 5-10 yıl hatta 15-20 yıl sonra kendime fotoğrafçı derim ama şu an gerçekten çok amatör, heyecanlı bir tipim bu konuda.
Büşra: Cadı Avı demişken, kadın üzerine konuşma hususunda pek çok insan çok istekli ama bu konuda gerçekten bir şeyler yapma noktasında pek hareket yok. Bunun için bir şeyler yapma durumu nasıl başladı, o noktaya nasıl geldin, ne oldu, nasıl oldu?
Ceylan: 2000 yılında Akademi İstanbul’a girdiğim zaman orada öğrencisi olma şerefini yaşadığım, Orhan Kahyaoğlu, çok iyi bir müzik yazarıdır, bize popüler müzik üzerine ödevler verdi. Atıyorum Fecri Ebcioğlu birinde, Erol Evgin birinde, Erkin Koray vesaire… Bana da sınıftaki tek kız olduğum için “Sen de o zaman bir kadın müzisyen seç” dedi. Ben de kim olsun diye seçmeye çalışırken, “Türkiye’deki kadın müzisyenler” üzerine bir yazı yazıyım o zaman dedim. Sınıftaki tek geçer notu da ben almıştım ama o da 45, düşün artık yani nasıl bir seviye.
2000 yılından sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde biraz takıldım, orada da bu devam etti. Ardından bu araştırma süreci devam ederken Yıldız Teknik Üniversitesi Müzikoloji bölümüne girmeye karar verdiğimde bir dosya hazırladım, yazdığım diğer yazıların yanına bunu da koydum. Beyoğlu’ndaki kadın pavyon şarkıcılarıyla da röportaj yapmıştım, rock müzisyenlerini de yazmıştım, caz müzisyenlerini de. Onunla girdim müzikolojiye, herkes çok sevdi alan araştırması da olduğu için içinde. Sonra biraz duruldu bu tabii, Anima, “Çalıyoruz, yazı yazmayalım” şimdi falan. “Saçlarımız madem kırmızı, rastalı”. Bir süre sonra ben biraz duruldum, eve döndüm tabii, yine yazmaya koyuldum. Ardından Açık Radyo’da Şubidap programını yapmaya başladım. Türkiye’deki kadın caz müzisyenleri üzerine, 26 haftalık bir programdı. Caz müzisyenleri başlığı altında olsa da elektronik müzikle, alternatif müzikle ilgilenen insanlar da geldiler, konuştuk. Orada, o programı yaptıkça iyice anladım, alında herkes böyle çok dertliymiş ama bunu çok doğal karşılar olmuş. O süre içinde iyice doldum ve dedim ki “Ben bunun peşini bırakmayayım, devam edeyim”. Zaten o zamanlarda, 2008 yılında da bunu bir kitap haline getirmeye karar vermiştim çünkü Türkiye’de çok az kaynak var. Müzikle ilgili zaten çok az kaynak var, saygı duyulan da çok az kaynak var. Bir gün de böyle bir şey yaparsam Alper Maral’dan Orhan Kahyaoğlu’ndan yardım isteyerek yapacağım.
Şimdiki Cadı Avı projesi de videolu hali. O kitap hem DVD’si, hem dinlemek için CD’si, hem fotoğrafları, hem yazısı olan bir kitap olsun istiyorum. Şimdi de sevdiğim arkadaşlarımdan başlayarak, çeşitli videolar çekerek onlarla keyifli sohbetler ediyorum ama tabii kadınlar bir araya geliyor, sohbet ediyor şeklinde değil. Hayko’ya da soruyoruz, Okan Bayülgen’e de soruyoruz, Yavuz Bingöl’e de soruyoruz, onların anıları nelermiş, onlar çevrelerinde neler gözlemlemişler diye. Böyle yavaş yavaş gelişecek, pavyon şarkıcıları, rock müzisyenleri, divalar, Bülent Ersoy gibi isimler. O kadar çok görüşmek ve konuşmak istiyorum ki hepsiyle. Bu yüzden bunu bir televizyon programına dönüştürme fikrim de var bir yanda.
Büşra: Onu soracaktım şimdi.
Ceylan: O isimlerle bir televizyon programı olduğunda çok daha rahat iletişip konuşabilirim. Bir de internetle daha küçük bir kitleye hitap ediyorsunuz ya da benim bu anlattığım çok küçük bir kitleye ulaşıyor ama televizyon olduğu zaman gerçekten çok uzaktaki bir çocuk da bunu görüyor olacak. Bununla ilgili çalışmalar başladı, çok da yakından ilgilenemiyorum başka bir sürü iş olduğu için. Bir de biraz Avrupa ayağını da yapmak istiyorum bunu gidip işte Hollanda’da vesaire.
Büşra: “Orada nasıl burada nasıl” gibi mi?
Ceylan: Orada Türk müzisyenler çok fazla, onlar neler yaşamış, kadın müzisyenler, öğrenmek adına. Aynı zamanda orda nasıl burada nasıl sohbeti... Koskoca Türkiye’de düşünebiliyor musun ki hiçbir üniversitede caz vokal üzerine bir bölüm yok? Bu nasıl bir şey? Diyorsun ya “Şimdi alternatif müzik, caz müzik ne kadar iyi durumda” diye, yok öyle bir şey. Öyle bir şey yok. Bunları konuşmak gerekiyor, önemli isimler bunları dile getirdiğinde insanlar daha fazla önemsiyor. Bülent Ersoy 12 Eylül’de neler yaşadığını bir anlatsa… Sadece cinsel tercihini değiştirdiği için bu ülkeden sürülebildi ama bir yandan da şimdi yurtdışından geldiler ve “Ay ne kadar hoş, böyle biri var ve burada siz ona inanılmaz saygı gösteriyorsunuz” falan dediler. “Tahtlarda çıkıyor sahneye, ne kadar açık fikirlisiniz” ama halbuki öyle değil. Bülent Ersoy’un mücadelesi çok önemli, kim bilir ne rüşvetler döndü, kim bilir maddi manevi ne mücadeleler döndü orada. Şu anda birazcık dekolte giyen bir kadın müzisyen bile “Şunun dekoltesini kapatayım da bu adamlar şimdi benim canımı sıkmasın” diyebiliyorlar. Daha bencil bir yaklaşım var ortada aslında, hani rahatsız edilmek istememek. Oysa sen rahtsız et, rahatsız edil ve ne olacaksa olsun. Bunu yapabilen çok eski kuşak var ve ben onlarla bunları konuşabilmeyi çok istiyorum. Fahişe gibi vesika alıp sahneye çıkmak durumunda kalan insanlar varmış. O yüzden biz, onların o cesaretini örnek alıp, o şekilde davranırsak daha başka şekilde devam edecek her şey. Çünkü bakınca onlar o zaman yollar açmışlar, onların babaları izin vermiyormuş ama şimdi benim babam destekliyor. Bunları konuşmak iyi geliyor bir yandan, çok da eğlenceli de. Olur umarım, bakalım.
Büşra: Sezen Aksu Tribute’a gelelim biraz da. Tek seferlik bir şey olacaktı sanki.
Ceylan: Evet tek seferlik olacaktı ama böyle bir “Yapın, yapın, yapın” durumu oldu. Yaptık, eğleniyoruz. Benim için çok önemli, diğer müzisyen arkadaşlar için öyle mi bilmiyorum, onlara sormak lazım ama Sezen Aksu’nun ayrı bir yeri vardır hayatımda ve o şarkıları söylerken kendi anılarımı canlandırıyorum aslında. Ne milleti eğlendireyim gibi bir amaçla ne de “Sezen Aksu için” diyerek yapmıyorum. Gerçekten orda babaannem, teyzem aklıma geliyor. Çocukken koştuğum o bahçe, çünkü orda o çalardı hep. Heyecanla beklersin, “Hadi ceylan patlat bir tane Sezen’den” derler. İşte bu yaşta çıkıp sahneye söylüyorsun ve iyi hissediyorsun, tamamen iyi hissetmek üzerine kurulu. Bir yandan da çok önemli bir kadın figürü bence Sezen Aksu Türkiye’de, çok önemli bir popüler müzik sanatçısı… Bu kadar aktivist ve her dediği bu kadar önemsenen çok az insan var pop şarkıcıları içinde, bunun nedenini de düşünmek lazım biraz. O yüzden çok mutluyum, çok uzun sürecek bir proje değil, öyle senelerce çalmayacağız ama bir süre daha devam edecek. Zaten ayda bir çalıyoruz ve eğleniyoruz gerçekten. Öyle çok eller havaya bir durumu da olmuyor, çok çok eski şarkılarından seçimler yaptık çünkü. Benim için Sezen Aksu Işık Doğudan Yükselir’e kadar çok dinlediğim biriydi. Tabii karakter olarak her zaman hastasıyız, şu an buradan geçse “Holololo” diyerek koşabilirim.. Bu arada onun da yanında 30 kere falan bulundum ama her seferinde “Hayır şu an değil, tanışmayacağım, hazır değilim” moduna girdim. Şimdi albümü göndereceğim, bakalım nasıl bir tepki verir.
Büşra: Bu arada yine kendi izlenimlerimden yola çıkarak soruyorum ama eskiye yönelik bir sevgin var sanki. Çünkü albümde Türkan Şoray’a ithaf var, Çok Yakın’ın klibinde vintage kıyafetler, Fikrimin İnce Gülü... Eskilerden ne çekiyor bu kadar?
Ceylan: Ben o saydığım isimleri çok dinledim, Björk, PJ Harvey vesaire ama Müzeyyen Senar kadar hiç kimse etkileyemiyor galiba. Türkçe bir yandan, hani ne olursa olsun “dede” ile “grandpa” arasında bir fark var. Ben burada yaşıyorum ve bu toprağa basıyorum ve o kadının o rakıyı çevirişini çok iyi anlarım, o yere fırlatışını. Ya da işte Münir Özkul Kemal Sunal, benim için çok değerli. O plaklar çok değerli, eski dergiler, fotoğraflar… Bu arada “Bunlara sahip çıkalım, köklerimiz…” gibi bir şey de demiyorum, isteyen istediği gibi davransın. Bunlar tamamen içinden gelmeli ki içinden gelmemesi de çok normal. Şimdi 17 yaşındaki bir kız da çıkıp “Ben niye Münir Özkul düşünmüyorum ya?” demesin tabii ki, çünkü o onu bilmiyor zaten. Benim kardeşim de Yaşar Usta’dan benim kadar etkilenmiyor, aynı şekilde ben de Zeki Müren’den babaannem kadar etkilenmiyorum.
“Aman bu kutu da ne güzel eskitme yapmışlar alayım evime koyayım” gibi bir şey değil o eski sevgisi. Onun gerçekten eski bir fotoğraf kutusu olması, zamanında kim bilir kimin evinde olmuş olması, kim bilir hangi kadının onun içine tokasını iliştirdiği fikri, o ruh beni cezbediyor. Benden daha fazla yaşamış bir şey. Yoksa Mudo Concept’e gidip bir sandık alalım gibi bir durumum yok. Eski giysileri giyerken de, ölüm fikriyle çok barışık olmadığım halde, mesela o geceliği üstüme geçirdiğimde “Kim bilir neler yaşadı bu kadın? Acaba nasıl öldü?” diye düşünüyorum.
“Aman bu kutu da ne güzel eskitme yapmışlar alayım evime koyayım” gibi bir şey değil o eski sevgisi. Onun gerçekten eski bir fotoğraf kutusu olması, zamanında kim bilir kimin evinde olmuş olması, kim bilir hangi kadının onun içine tokasını iliştirdiği fikri, o ruh beni cezbediyor. Benden daha fazla yaşamış bir şey. Yoksa Mudo Concept’e gidip bir sandık alalım gibi bir durumum yok. Eski giysileri giyerken de, ölüm fikriyle çok barışık olmadığım halde, mesela o geceliği üstüme geçirdiğimde “Kim bilir neler yaşadı bu kadın? Acaba nasıl öldü?” diye düşünüyorum.
Büşra: Çok korkutucu değil mi?
Ceylan: Bana korkutucu değil, çok çok hoş geliyor. Hakikaten, gelecekle ilgili çok heyecanlanır ya insanlar, bir şekilde ben geçmişle ilgili daha çok heyecanlanıyorum. Gelecektense geçmişi daha çok merak ediyorum. Bunu herkes demiştir ya hani, “Şu an 1940 olsaydı” diye, bunu gerçekten çok söylüyorum. Görünmez olsaydım ve oraya gitseydim acaba ne konuşuyor olurlardı çok merak ediyorum. Aşık Veysel’le sohbet etmeyi çok isterdim, Edip Cansever’le Markiz’de oturup çay içmeyi çok sterdim sizinle oturacağıma falan.. (İnanılmaz güzel kahkahadan bir adet daha) Şaka yapıyorum tabii. Ama çok isterdim bunları yapmayı. Hakikaten 2030, ne olacak hiç merak etmiyorum, nasıl olsa geliyor ama oraya geri dönüş yok. O eski materyallere sahip olarak onları biraz hissetmeye çalışıyorum aslında. Şu an belki müzikte de var belki o biraz hani eski synthesizerlar, ya da thereminler filan. Fark edersin hani Peyote’ye git, eski kasetçalarları koyarlar, oradan bir sesler gelir. Çünkü her şeye doyduk da bir yandan, o yeni soundlar bizi hiç böyle cezbetmiyor, eskileri duymak istiyoruz. Hani benim kulağım da onu istiyor, gözüm de onu istiyor, ruhum da onu istiyor. Bu nedenle eskiye karşı bir zaafım var, evet.
Büşra: Ama şimdi geleceğe geliyorum tekrar, Soluk’tan sonrasında neler olacak?
Ceylan: Ben şimdi ikinci albümün 5-6 parçasını bitirdim.
Büşra: Ne kadar hızlı…
Ceylan: Aslında çok hızlı değil, albümü çok önce kaydettik. Çıkma işleri uzun sürdü. Bir de ben o, bir takım kanallara girdiğim zaman çok hızlı üretebiliyorum. Tamam şimdi bununla ilgileniyorum dediğim zaman o kadar çok şey birikiyor ki… Bir tren yolculuğunda bile 30 sayfa yazabiliyorsun ve sonra onlar kolayca şarkı haline gelebiliyor. Onun dışında, orkestranın yeniden düzenlenmesi bitiyor. Nisan ayı itibariyle hem akustik hem elektronik, iki ayrı konseptteki konserler başlayacak. Sonra tabii yaz gelir, festivaller olur, biz hemen bu arada ikinci albümün kayıtlarına girelim diyoruz. Eylül 2011’de de Hollanda’da kaydettiğimiz albüm var bir tane de Xenopolis projesiyle, o projenin albümü yayınlanacak. Aralıkta Hollanda’ya gidiyorum onun turnesi için. Geldiğimde de artık muhtemelen ikinci albüm çıkmış olur diye düşünüyorum, bir sene civarı sürecek sanırım bu süreç. Gelecekle ilgili durumlar bunlar şimdilik.
Büşra: Peki 6 şarkı hazır dediğin için soruyorum, o şarkılar ne kadar hazır bilmiyorum tabii ama şu evrede Soluk’a göre bir farklılık gösteriyor mu? Ya da nasıl bir farklılık gösteriyor?
Ceylan: Evet farklı olacak. Daha çok elektroniğin, bilgisayarın hakim olduğu bir müzik olacak, çok fazla konuk müzisyen olmayacak. Bu sefer Cenk Erdoğan, Gökhan Sürer ve Mustafa Özşanlı ile beraber çalışıyor olacağım. Beth Gibbons’ın Rustin Man diye bir adamla kaydettiği bir albüm var, o albümün soundunu çok seviyorum, gitarlar ve küçük elektronikler. Şu anda böyle düşünüyorum tabii hani zaman ne gösterir bilemem. Dinamikleri belki daha az değişen, daha çok tekrara dayalı fikirler var kafamda, loop eden bir takım düzenlemeler olacak. Şu anda çok içime siniyor yazdıklarım, heyecanlanıyorum, onların görselleri falan gözümün önüne geliyor. Ömer Hayyam’ın iki dörtlüğünden bir şarkı yaptım, onu çok seviyorum. Bakalım, güzel olacak galiba.
Büşra: Albüm ve diğer yan öğeleri bir paket olarak ele alıyorsun, klibi bu, görseli bu olsun diyerek…
Ceylan: Öyle çünkü, disiplinler arası düşünüyorsun ister istemez çünkü şimdiye kadar hayranlık beslediğin her şey aslında baktığında öyle. Tutamıyorum kendimi, hani yolda yürürken kulaklığını takarsın ve kendini bir film setinde gibi hissedersin ya… Ben de öyle hissediyorum, evet bu şarkı bu renk, şimdi gözümüzün önünde bu manzara var, şu an yanımda bu yatıyor, kalktı, yürüyor… Çünkü o hikayeyi anlatıyorsun aslında. Böyle gelişiyor bende.
2 yorum:
onca heyecanlı ve hiperaktif devinimlerden sonra böyle bir yazı beklemiyordum açıkçası:)çok hoş röportaj olmuş buşra , avaz avaz ' a sevgiler...
teşekkür ederim, bunu duymak o kadar güzel ki :)
Yorum Gönder