Seslerin Getirdiği #4
Yüzümde herhangi bir mimik olmaksızın dinliyorum karşımdaki suratı. Anlattıklarından çok suratının ergenlik denen bela hiç uğramamış gibi gözüken hali meşgul ediyor kafamı. Bir erkek için oldukça sempatik, oldukça temiz. Farkında zaten ve bunu olabildiğince kullanmaya çalışıyor. Karşısında ikna olmak veya olmamak konusunda bir fikri olan birisi olsa başarılı olabilirdi, diye düşünüyorum ama o kişi ben değilim, niye burada olduğumu bile bilmiyorum. Bir çay söylüyoruz bana. “Sorularını sona sakla, çünkü büyük ihtimalle hepsinin cevabını sunumun sonunda almış olacaksın” diyor ama aklımdaki sorularla şu ortamda kesişebileceğimizi hiç sanmıyorum.
“Yaklaşık 100 yıllık geçmişi olan bu işte 35.000 şirket 70.000.000 üye…” Bu iş dediği, “network marketing”. Şu benim “Evet, duydum” diyerek yalan söylediğim, onun da “Ben onu bile duymamıştım” diye cevap verdiği, Dünya Ticaret Örgütü’nün bilmem ne ettiği, ticaretin geleceği olan yöntem. Anlattıklarını not ettiği yanımdaki kağıda bakıyorum, sonra karşımda oturan arkadaşıma bakıyorum. “Benim ne işim var” anlamını veriyorum bir anlığına suratıma. Gülümsüyor anlamsızca. Ufak bir tarih dersinden sonra ufak bir satış zinciri ve pazarlama dersi alıyorum. Sonra bana yaptıkları işi ve nasıl işlediğini anlatıyor. “Şimdi sen bir ürün aldığında hemen ofisin açılıyor. Sonra sen…”
İşi anlatıp bana şu ana kadar anlamadığım nokta olup olmadığını soruyor. İşi anlamadım, diyorum. Tamamen saçma. İş falan yok ki ortada, oyun gibi. Kafam sistemin açığını bulmaya çalışıyor ama bulamıyor, sistem işleyecek gibi gözüküyor. Arkadaşım da anlatmaya başlıyor. Soğumasın diye çayımın kalanını bir seferde içip bir daha bakıyorum kağıda. Fakat kafam işten çok bu çayın parasını kim verecek sorusuna odaklanıyor. Çay parası hesap ederken karşımda büyük zenginlikler vadeden bu işe hemen burun kıvırmamam gerektiğini düşünüyorum.
Ben bir ürün alıp sisteme dahil oluyorum, sonra iki kişiye daha ürün satıp onları da sisteme dahil ediyorum. Böylece para kazanmaya başlıyorum. Onlar da birilerini sisteme dahil ediyor, üstelik onlar dahil ettikçe ben de kazanıyorum. Böylece bir ağ şeklinde ilerliyor sistem, herkes kazanıyor, herkes mutlu oluyor. Bu kazanılan para ise toptancılar, reklamcılar, zart zurtçulara verilen paralarmış. “Referans satışı sistemi” ile o paralar bize geri dönüyormuş. Yok, beğenmiyorum, renksiz, güvenemiyorum da. Ufak bir iktisat dersi aldıktan sonra sunum bitiyor, çay parasını arkadaşıma ödetip, daha farklı fikirler tartışılsın diye var olan bu köy kokulu mekandan yarattığımız ironiyle birlikte ayrılıyoruz.
Arka sokaklarda dolanıp konuşa konuşa İstiklal’in kalabalığına karışıyoruz. Benim için hiç bir çekiciliği olmadığını anlatmaya çalışıyorum, param da yok zaten girmeye. Anlatamıyorum ama bir türlü, anlamlı bir sebep sunamıyorum. Zaten kafamda başka sorular var. Neden ben tatmin olamıyorum, gibi… Neden beni böyle saf para kazanmakla ilgili şeyler çekmiyor, neden kendimi her bi konuda yetiştirme arzusu hissederken mesele ekonomik olunca tüm heyecanım yok oluyor? Nereden geliyor bu yetinmecilik veya diğer konulardaki açgözlülük?
“Abi ne yapcaz, ne yapcaz diyip duruyoduk. Al işte. Şimdi başlasak mezun olduğumuzda baya bi sermayemiz oluyo. Onu yapma bunu yapma nasıl halletcez para işini.” diyerek beni iknaya uğraşıyor. O da farkında aslında benim bunu kabul etmemin baya zor olduğunu. Yaşamdan istediğim bu değil, beklentimi karşılamıyor. “Abi yazarak mı olcak, nolcak?” diyor. Bilmiyorum, insanları bir işe bulaştırarak para kazanmak çok basit ve anlamsız geliyor. Bu benim işim değil, derken içimdeki ses “Emin misin?” diye soruyor. “Ne farkı var ki şu işin senin hayatından. Sen bir parça dinleyip sisteme dahil oluyorsun, sonra bir şey yazıp birkaç kişiyi daha sisteme dahil ediyorsun. Böylece var olduğunu sanmaya başlıyorsun. Onlar da birilerini sisteme dahil ediyor, üstelik onlar dahil ettikçe sen daha da var olduğunu sanıyorsun. Böylece bir ağ şeklinde ilerliyor sistem, herkes var olduğunu sanıyor, herkes mutsuz oluyor.” Şaşırıyorum.
Meydana varıyoruz. Soğuk, paramız yok. Ayrılmaya karar veriyoruz. Şansıma hemen bir 559C görüp ona doğru ilerliyorum. “Adamlar en azından para umudunu pazarlıyorlar. Seninki devamlı mutsuzluk, umutsuzluk, şikayet, beğenmeme…” Haklı. Düşünüyorum, şu ana kadar etkilendiğim herkesin bana pazarladığı da bu zaten. Laneti onlardan alıyorum, başkasına aktarıyorum. Koca oyunda tek işim bu: geçmişten gelen klişeleri yaymak. Yaratmak sandığımın basit birer uyarlama olduğunu görüyorum. Geçmişten gelen zinciri gözümün önüne getirirken o turuncu kutu acı acı ötüyor. Yetersiz bakiyemi muavine cebimdeki tüm bozuklukları vererek telafi ediyorum ve arka koltuklardan birinde cama yaslanmış çocuk pozunu almak için ilerliyorum.
“Sosyalist olsan sistemin oyunu derdin buna” diyor. Sistemin oyunu… Hayır, yaşamak bu zaten. Var olmanın yolu bu. Pazarlanan şey farklı sadece, ki o da en önemsiz kısmı işin. Benden bir şey olmaz, diyorum. “Senden bir şey olmaz” diyor. Piyasadan başka bir şey değil hayat. “Yabancılaşma” mı kapışılıyor, “farkındalık” mı revaçta, ortalıkta “umursamazlık” boşluğu mu var? Fizibilite araştırmamız ne kadar iyiyse o kadar başarılı oluyoruz hayatta. “Sen başarılı olsan da bir şey olmaz, mutlu falan olamazsın” diyor. Gülümsüyorum, o da farklı değil sonuçta. Gözümü camdaki gülen suratımdan alıp rolümün hakkını vermek için kulaklıklarımı takıp tekrar yaslıyorum başımı cama.
Sunum çoktan bitmesine rağmen kafamdaki sorulara cevap bulmayı bırak, hepsi daha da karmaşıklaşmışken otobüs hareket etmeye başlıyor. “İşler böyle yürümüyor, sordukların toptan yanlış*” diyor kulağımdaki ses. Karşıdaki otelde, yürüyüş bandında Taksim’e karşı koşan insanları fark ediyorum. O rahatsız koltuğa daha da bir yayılıp kapatıyorum gözlerimi. Bana düşen bu sanırım.
* Gerçek Hayat - Derin Esmer
2 yorum:
Güzel!
Gerçekten harika yazı. Derin Esmer'in şarkısı da aynı şekilde.
Yorum Gönder