27 Aralık 2009 Pazar

Seslerin Getirdiği: Rapsodi Galapagos





Seslerin Getirdiği #5




Yaklaşık bir saat sonra servise atlayıp beni İstanbul'dan eve götürecek otobüse bineceğim için içimde karışık hislerle oturuyorum okulun girişinin orda. Hava gittikçe soğumasına rağmen sanki beni uğurlamak için bu gece yumuşamış, hafifçe esen rüzgar tatlı tatlı okşuyor yanaklarımı. Birden telefonumu çıkarıp arkadaşıma mesaj atıyorum: Ne güzel bir İstanbul akşamı. Güzel ya, bi kaç saat önce Avaz Avaz için ilk röportajımı yapmışım, hayran olduğum insanlarla sohbet etmişim, İstiklal'den dans ede ede geçip, otobüste rahatça uyuyarak Hisarüstü'ne varmışım. Kendimi hiç olmadığım kadar içinde hissediyorum şehrin. Küçük şeylerden mutlu olabildiğim nadir anlardan olduğu için olabildiğince bitmemesine çalışıyorum.

Cevap geliyor. Tek mutlu ben değilmişim, arkadaşımın artık sevgilisi olduğunu öğreniyorum. Şaşırıyorum, aynı gün birden fazla iyi haber pek alışkın olduğumuz şeyler değil. " Oha"larımız, "çüş"lerimiz, gülücüklü küfürlerimiz sonunda "Hayat iyi gibi ya. Yavaş yavaş..." diyor arkadaşım. Katılabileceğim bir durumdayım aslında. Yani hayatımda büyük değişiklikler, bomba güzellikler olmasa da geleneksel olarak hep olayın içindeki kötü ayrıntıları gördüğüm, daha iyisi ile ilgili hedeflere takıldığım halimden uzakta olduğum için iyi gözüküyor şu anda.

Kedi ve köpekler arada bir uğrayıp yokluyorlar bir şey var mı diye. Gecenin yarısına doğru ilerlerken pek fazla insan yok okulun çevresinde. Bir ikisini seviyorum, mutlu olduklarını hissediyorum yiyecek bir şey vermesem de. Tanrısal bir haz var bunda. Yıldızlara bakmaya çalışıyorum ama hava kapalı. Olsun lan, diyorum, ordalar işte. İstanbul'un tüm gökdelenlerinden yukarıdalar, yerdeki tüm yıldızlardan yukarıdalar, hatta Ay'dan, Güneş'ten bile yukarıdalar. Kışın ortasında mutluluk kelebeğine dönüşmek üzereyim, vücudum mutluluk hormonuna uzun bir süre sonra bu kadar yoğun bir şekilde kavuşmanın sarhoşluğu içinde.



Aklımdan İstanbul'daki son günlerim geçiyor. Farkediyorum ki yavaş yavaş şehrin vurduğu darbelere umarsız hale geliyorum. Kanıksanıyor tüm şikayetler. "Evrimin prensi insanoğlu için doğal" diyor içimdeki ses. Biraz sen değişiyorsun, biraz sen çevreni zorluyorsun ve adapte olmuş oluyorsun duruma. Geldiğimde yuvarlanıp gitmemek için tutunduğum dallarla birlikte ufak ufak yeşerdiğimi görüyorum. Şöyle bir şey; sırtında kocaman -ya da sana öyle gelen- bir yaşamla geliyorsun şehre. Fakat ikisinin habitatları aynı değil, bir işine yaramıyor. Bambaşka bir şehre bambaşka şehirlerin yaşamını, bambaşka insanların arasına bambaşka karakterlerin hikayesini sokuşturmaya çalışıyorsun. Doğa uyumsuzluğu kabul etmiyor: topraklar kuruyor, sular yükseliyor, sıcak daha sıcak, soğuk daha soğuk oluyor. Türün sonuna yaklaşıyor.

Şimdi demirler üstünde otururken kapıya baktığımda, karşıdaki çöp tenekesine baktığımda, aşağıdaki kampusün türlü noktalarını düşündüğümde hepsiyle ilgili benim yarattığım anılar var. Bir şehirde var olmanın temel koşulu o şehir üzerinde üretim yapmak sanırım. Şimdiye kadar "aha bunu da gördüm, aha bunu da yaptım" diyerek tükettiğim şehirde artık yavaşça bir hayatım oluştuğunu görüyorum. Üretim dediğim, bir şeyler yaşamak, şehrin ruhunu işlemek, kendini katmak mekana. "Sanki İstanbul denince ilk akla gelen insan olmuşsun gibi konuşuyorsun" diyor. Yok, o kadar büyük bir şey değil zaten bahsettiğim. Üstüne bir sığır postu geçirmek, iki çalı çırpı toplayıp mağaranın zeminini yumuşatmak, hatta en basitinden taş atıp hayvanları kovmak... Bu kadar kolay fakat evrenin çeşitliliğinde bir tek insanın ulaşabileceği kadar zor.



Okulun aşağısından doğru beklenmedik bir kalabalık geliyor. Birden kopan kahkahalar arasında yaklaşırlarken bir yandan gülerek konuşmaya çalışan, bir yandan da ellerini sallayıp topluluğun dikkatini yeniden toplamaya çalışan sarı saçlı çocuğun kahkahanın kaynağı olduğunu düşünüyorum. Tam o sırada esmer, kısa kıvırcık saçlı biri daha espriyi devam ettirmek için sessiz bir giriş yapmaya çalışıyor. Önceki esprinin etkisiyle sarı saçlı çocuğun ki yükselme şansı buluyor: " Ya bi de şey var hatırlıyo musunuz:
Bitene kadar bitmez hayat. Bitti mi de biter ama*" Topluluk yeniden kahkahaya boğulurken, esmer çocuğun gözlerinden hala bir fırsat beklediği belli oluyor. Şişman ve kızıl saçlı bir kız "Ya abi nası yapabiliyolar böle ya" diyerek topluluğu yeniden sohbet düzlemine çekiyor. Bu kısa anı fırsat sanan esmer kıvırcık, normalde de pek etki bırakmayacak örneğini sunuyor: "Ya bi de eski bi şey vardı, Hababam'da falan söylüyolardı, 'İstesem de istemem' diye. O da çok şey ya" İnsanların başları kısa bir an öne düşüyor, sonra hızlıca konuyu değiştirip ufak gülücükler içinde çıkıyorlar okuldan.
"Bak işte birisi uyumunu sağladı" diyor. Birisi de kayboldu gitti. Artık "bizim okul" olarak düşünmeden anabildiğim okulun kapısından bir şeyler yemek için çıkıyorum ben de. Arkadaşımdan "Artık beceriyoruz heralde yaşamayı" diye mesaj geliyor. Tam değil ama az kaldı sanırım. Hayatını dönemlere ayırıp didik didik inceleme meraklısı olan ben, yavaşça yeni bir döneme girdiğimizi hissediyorum. Sarı saçlı galip çocuk farketmeden bana gecenin şarkısını da sunuyor. Samimiyetiyle ilgili şüphelerim olsa da okulun önündeki kavşağa doğru söyleyerek çıkıyorum. Rüzgarın bana sunduğu yaprakların arasında kutluyorum bu güzel İstanbul gecesini, küçük küçük yola koyulmadan önce.


* Rapsodi İstanbul - Teoman




Share This
Subscribe Here

0 yorum:

 
Avaz Avaz Dergisi

izliyorlardı

Avaz Avaz Copyright © 2011 BeMagazine Blogger Template is Designed by Blogger Template
In Collaboration with fifa