Seslerin Getirdiği #3
Bir elim camda, yüzümde buruk bir ifadeyle dışarıyı seyrediyorum. Böyle ağzımı, burnumu da dayamak isterdim ama burnumun uzunluğu yüzünden bunun imkansız olduğunu bilerek belli bir mesafede tutuyorum yüzümü. Aslında tek istediğim bu fırtınalı, sıradan Kilyos gününde şu camdaki duygusal çocuk fotoğrafını vermek. Kimsenin ilgisini çekmiyor olmalı. Alışkınım zaten. Üşüdüğümü fark edip buz gibi camdan elimi çekiyorum. Böyle hüzünlü olmamı gerektirecek bir şeyim yok gerçekte. Dışarıda savrulan sular ve kaçışan insanları izleyerek akşamı getirmiş olmamın sonucu sanırım.
“Yalnızlıktan” diyor. Yok be, diyorum. Odada kimse olmayabilir ama kendimi yalnız olarak görmüyorum. O’ndan bir şey saklamam zor tabi. Gidip odanın ışığını açıyorum. Pencerelerdeki yağmur manzarası, odanın ve benim berbat kopyalarımızla doluyor. Yalnızlık biter, diyorum. “Hıfhıhf” şeklinde bir efekt geliyor. Böyle anlarda insanda kendisiyle hesaplaşma isteği beliriyor. Böyle anlar dediğim; öyle olduğunu bildiğiniz halde öyle değilmiş gibi davrandığınız ve üstüne üstlük sevmediğiniz durumların hayatınızın parçası haline geldiğini fark ettiğiniz anlar. Suçlunun olmadığını bildiğiniz anlar… Kendinize, hayata veya bir başkasına nefret kusamadığınız anlar… Böyle odanın ortasında camdaki yansımanıza bakıp donakaldığınız anlar…
Yatağıma çıkıp bilgisayarı açıyorum. Elim “Yalnız Şarkı*” ya gidiyor. “Olasılıklar, şanslar, olaylar neden hep senin tersine” diyor. Bilmiyorum, diyorum, “Bunu artık sorma” diyor. Mezarlar, güneş falan geçiyor gözlerimin önünden. Sonra “Tesadüfen yalnızsın” diyor. Ya git çelişkili, diyerek sinirleniyorum ama aynen ben de öyle çelişkiler içinde buluyorum kendimi. “Tesadüf?” diye soruyor içimdeki. Olabilir, yani, inanırım aslında ben tesadüflere, diyorum, korkarak. Bir içsesin en tehlikeli yanı bu: konuşmasa da zihninin derinliklerinden bir şeyleri gün yüzüne çıkartabilme becerisi. Gözümün önünden yavaş yavaş geçmişim geçiyor; yaptıklarım, yapmadıklarım, tercihlerim ve sonuçları… Susuyorum.
Dünyanın en çok konuşulan konusu hakkında bir iki laf etmek istemiyor canım. İlişki, karşı cins, zart zurt... Ya aradığını bulamıyorsun ya da aradığın seni beğenmiyor işte. Bir mantık bulamıyorum. İçimde, kurulu ilişkilenme, evlenme, çoğalma sisteminin çöktüğü gibi bir his var. Kafam dağılsın diye bir iki el Hearts oynamaya karar veriyorum. Şu, Windows’un Maça Kızı oyunu. Üç eldir Maça Kızı bana kalıyor, sinirleniyorum. Aslında çok gizemli bir hali var Maça Kızı’nın. Diğerleri gibi hanım hanım durmuyor öyle. Bir yaratıcılık var, bir yok edicilik var. Bir özgürlük, bir başkaldırı, bir umursamazlık… Bir anda çok uzun zamandır hissetmediğim o heyecanı duyuyorum. “Olmayı istediğin gibi kolay anlatılamayacak biri...”
Oynamaya devam ediyorum. Amacım kafa atmak, yani tüm puanlı kartları toplayıp ötekilere puanları geçirmek. Oyunu kazanma hırsıyla yapmıyorum bunu. Tüm kalplere –yani kupa- ve Maça Kızı’na sahip olmak istediğim. İlk iki el beceremeyip sonunculuktaki yerimi sağlamlaştırsam da üçüncü de başarıyorum. Bir sevinç, bir sevinç… “Şaşırtıcı“ diyor. Şaşırtıcı ya, heyecanımı nitelemek için gayet iyi bir seçim. Yaşam öyle bir hale geliyor ki, kadınlarla ilgili olmasını istemediğin şeylerin olacağını tahmin etme oyununa dönüyor. Olmasını istediklerin ise uzay boşluğunda bir olasılığa… Maça Kızı ve tüm kalpleri toplayıp diğer tüm oyunculara çalım atmak… İstediğim bu, evet, diyorum.
Dışarıda rüzgarın uğultusu devam ederken camdan kendime bakıyorum. Hayat yeniden heyecanını yitiriveriyor. Kolay anlatılamayacak… Karmakarışık saçlar, düzensiz bir sakal, koca bir burun, sıska bir vücut, buruşmuş tişört ve eşofman… Anlatacak bi şey yok ki oğlum, diyorum. Ama suçlu olarak yine kendimi göremiyorum. Hayat belki, belki kadınlar, belki yine ben… Kısır döngülerde kısırlaşmak bu. Beynim, eskiden televizyonlarda kanal kapanınca çıkan o sinir bozucu “dıııt” sesini verinceye kadar düşünüyorum. Belki, belki bir ihtimal, bir tesadüfler zinciri, bir mucize… Elimde kalan yine bunlar. Maça Kızı’nı göremiyorum. En dibe düştüğünde, ne herhangi bir kızdan kur yapacak kadar hoşlanabiliyorsun, ne de hayatında bir kız olmamasına katlanabiliyorsun. Farelerin, populasyon besin sıkıntısı çekecek kadar çoğaldıktan sonra sevişmediği deneyi hatırlıyorsun. Rahatlamak yerine daha da bir kararıyor dünyam.
“Her şeye rağmen içinde bir umut var de mi?” diye soruyor. Olabilir, diyorum, oyun daha yeni başlıyor. “Artık ihtiyacın olanı biliyorsun sanırım” diyor. Kendimi New York’ta evlenebileceği kadın sayısı 8 çıkan Ted gibi hissediyorum. Gülümsüyorum acı bir şekilde. Tesadüflere inanıyorum. Bir şarkı açıp, her modern insan gibi hayatımın bir romantik komediye dönmesi isteğiyle kalkıyorum yataktan. Camdan kendime bakarak odanın girişindeki ışığa doğru yürüyorum. Bunu yaparken isteğim; şu evrim grafiklerindeki gibi bir değişim görmek olsa da hayat yine bana karşı umursamaz takınıyor.
Işıkları kapatıyorum ve tüm yansımalar kayboluyor. Pencereye gidiyorum, bir elimi cama koyup yalnız başıma izlemeye başlıyorum geceyi. “I need your lovin’ / Like the sunshine**” Sanırım.
*Yalnız Şarkı - Mor Ve Ötesi
**Everybody's Gotta Learn Sometimes - Beck
0 yorum:
Yorum Gönder