Seslerin Getirdiği #2
"...Yaşamı ne kadar sevdiğinle ilgili biraz da bazı şeyler."
Ağaçların arasında oturmuş içiyoruz arkadaşlarla. Hava soğuk, biz soğuğa hazırlıksız, titriyoruz, sokuluyoruz montlarımıza, büzüşüp ufalıyoruz. Bakıyorum da sohbetin tam ortasında, yaşamımız bu manzaranın aynısı aslında şu anda. İlk defa fark etmiyorum bu durumu, ama çok sempatik geliyor şu halde o durumdan konuşmak.
"...ya işte her şeyden parça parça vardı ama..."
Ağaç dediğim; çam hepsi. İğne iğne... Kışı aynı, yazı aynı... Özeniyorum, kışa yenilmemek çok büyük gözüküyor gözüme, on dakikada bir soğuktan çişim gelirken. Zaten kambur duran bir insanım ama şu andaki duruşum kamburlukla bile açıklanabilecek bir durum değil. Dimdik çamlar... Her çam gördüğümde onların kapalı tohumlulardan, mesela ebegümeci, ilkel olduğunu hatırlarım. O zaman eski devirlerden kalma bir canavar gibi gözükür gözüme. Sonra ilkelin güzelliğine dalarım, basitliğine. Aynı denklemi insanda da kurmak düşer aklıma. Es geçerim.
"... öyle değil mi Berhan, adam resmen odundu ya..."
Kafamı sallıyorum. Biradan bir yudum alıp çamların, çalıların bizi sardığı şu ufak yere bakıyorum. Soğuk da olmasa açıkta olduğunu farketmezsin gibi geliyor. Yanımdaki ufak çamcıktan bir iğne koparıp elime batırmaya başlıyorum. Abi biz de uzmanlaşırız belki bi şeyde, yani geçmemiş olabilir daha, şeklinde katılıp konuşmaya, sıramı devrediyorum. İnanmıyorum bunu derken, ama itiraf etmek de zor geliyor. Parmağımdaki acıya odaklanıyorum, tam o sırada içimdeki ses çağırıyor: "Gel, gel konuşalım." Sesi çok titrek, ben arkadaşlarımın yanında olduğuma göre o benden daha kötü durumda sanırım şimdi. Biradan biraz fazlaca bir yudum alıp, bitti herşey, diyorum. Temeller sarsıldı, değerler hırpalandı, rayına oturtup sürat yapmaya başladığımızı sandığımız tren takla attı. Susuyor. Bunların hepsi onun yarattığı şeyler. Senelerce uğraşıp didindiği koca bir evren bir kaç ayda tüm ışığını yitirmiş durumda. Kabullenemiyor. Ben çoktan pes ettim.
"...büyük şehir farklı şimdi hacı..."
Şehir lafından fazla içleniyorum. Hayatının mekansızlaştığını düşündüğün anlar var. Evin yok gibi, ana bir nokta yok yaşadığın. Gözlerinin, bedeninin yaşamaya daha fazla alıştığı alanlar var ve her alan için ayrı bir hayat taşıyorsun içinde, üstelik hiç birini doğru düzgün yaşayamadan. Sen mekansal olarak bir yerin parçası değilsin, mekanlar yaşamında birer parçaya dönüşüyor, var olamayan bir diğeriyle. "Kabul etmedin" diyor. Edebileceğin bir şey değil zaten, kurtulabileceğin bir şey de değil. Kurtulmak için bir mekanı gözüne kestirip, "Burası benim" diyorsun ve başlıyorsun fethetmeye orayı. "Fetih doğru kelime, gücün yeterse tabi" diyerek katılıyor bana. Bazen beceremiyorsun doğal olarak. Yok, demek istediğim "İstanbul yencem lan seni" değil. İnsanın kendine bir yaşam inşa etmesi karmaşık bir durum, ama bastiçe bir mekana ihtiyacı var. "Yaşamın çarpık yapılaşmaya dönüyor ve sen hiç bir zaman varoşlara ait olmamışsın" Öpesim geliyor yanaklarından.
"... aabi görcektin ya resmen içinde hiç bi şey yokmuş..."
İçimdeki ses mırıl mırıl bir şeyler söylemeye başlıyor. Boşluk hissi yavaşça tüm benliğimi sarıyor. Herşeye baştan başlamak gibi ve yorgun, bitkin, isteksizim. Şişenin dibini içiyorum, yüzüm tatlı tatlı buruşuyor. Üşümeyi eskisi kadar önemsemese de beynim, on dakikalık periyodun sonunda kasıklarımda o bildik sıkıntıyı duyuyorum. Oturduğumuz yerden ayrılıp daha açık bir yere çıkıyorum. Orda bir ağaç var, etrafı açık ama uzakta olması yetiyor. Rahatlama hissi vücudumda yayılırken ritmik bir şekilde kafamı sallayıp etrafa bakıyorum. Ağaçlarla çevrili o yerden çıkınca rüzgarı daha da sert bir şekilde hissediyorum. Saçlarımı havalandırıp kulaklarımı okşuyor rüzgar. Biraz önceki ufak yuvamızla karşılaştırıyorum bu koca yeri ve başlangıçta özgürlük hissiyatı veren o ürperti, yalnızlık dolu bir titremeye dönüşüyor. Montuma biraz daha sokulup uyuşmuş ve fonksiyonsuz ellerimle işimi sonlandırmaya çalışıyorum. Sigara dumanlarını yarıp katılıyorum yine arkadaşlara.
"... bu mudur ya, çabuk dağlıyoruz yine..."
Tekrar kim bilir ne zaman geliriz diye bırakıyoruz tüm çöpü orada. Bu sefer hep birlikte çıkıyoruz o açıklığa. Ufak tefek itiş kakış, omuzları sürtmeler, anlamsız küfürler... Arkamı dönüp bakıyorum. Herşey, yarattığımız tüm titreşimler o koca boşlukta süzüldükten sonra kaybolup gidiyor. Geride yalnızca o soğuk rüzgar ve savurduğu çerçöp... "No echo in this place"* diyip içimdeki ses mırıltısını sona erdiriyor. Fobiler hakkında düşünmek için yenmem gereken çok fazla psikolojik sorunum var. "Biliyorum" diyor. O'ndan da korkuyorum ve arkada kaldığımı fark edip arkadaşları yakalamak için seke seke ilerlemeye başlıyorum.
*Agoraphobia - Deerhunter
1 yorum:
come for me,cover me,come for me,comfort me...
ne güzel bir bütünlük oluşturmuş;yazı ve müzik.
Yorum Gönder