Kime yazıldığı belirsiz bir takım aşk mektupları.
Büyümüş de küçülmüş yakıştırmasının problematik yönlerinden biri, bu yakıştırmaya layık görülen kişinin yaşını başını alması sürecidir. Yaşının ötesinde bir olgunluk gösterdiği iddia edilerek yaratılan beklentilerle, hedef yaşa geldiğinde karşılaştığı hakikat arasındaki uçurumların nice genç dehaları depresyona, içkiye ve intihara sürüklediği bilinen bir gerçektir. Stuart Murdoch ve minyonları söz konusu olduğunda ise içki ve intihardan değil de, senede bir ay güneş yüzü gören İskoçlar’ı overdose’a sürükleyebilecek bir Los Angeles güneşinden bahsedebiliriz.
Büyümüş de küçülmüş yakıştırmasının problematik yönlerinden biri, bu yakıştırmaya layık görülen kişinin yaşını başını alması sürecidir. Yaşının ötesinde bir olgunluk gösterdiği iddia edilerek yaratılan beklentilerle, hedef yaşa geldiğinde karşılaştığı hakikat arasındaki uçurumların nice genç dehaları depresyona, içkiye ve intihara sürüklediği bilinen bir gerçektir. Stuart Murdoch ve minyonları söz konusu olduğunda ise içki ve intihardan değil de, senede bir ay güneş yüzü gören İskoçlar’ı overdose’a sürükleyebilecek bir Los Angeles güneşinden bahsedebiliriz.
1996 tarihli Tigermilk’ten 2006’da çıkan The Life Pursuit’e kadar burnunun ucundan ötesini göremeyen 20’li yaşların hikayesini 30’lu yaşların verdiği görmüş-geçirmişlik havasıyla, sivri bir dil ve tadına doyulmayan bir hicivle anlatan Stuart Murdoch’tan bir tökezleme beklemek saçma gibi gelse de, 2008’in God Help the Girl projesi biraz endişe vericiydi. On yıl boyunca birinci tekil şahısta ve inanılmaz bir içgörü ile yazdığı şarkıları gruptaki mütevazı vokalistlerin sesleriyle dinleyip sevdiğimiz Murdoch artık seçmelerle projeye dahil olan vokalistlere, form olarak değilse bile içerik olarak (projede üç kadın vokalist vardı) üçüncü tekil şahıstan hikayeler yazmaya başlayınca anlatıcılığındaki ufak tefek zaafları ortaya çıkmıştı. Kimlik bunalımlarıyla empati kuramadığı karakterleri daha ziyade karikatürlere benziyordu.
Write About Love, maalesef The Life Pursuit’in değil, God Help the Girl’ün bıraktığı yerden devam ediyor. Ne kadar mazur görülebileceği tartışılır varoluşsal krizleri kulağınıza fısıldarken elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen tarafıyla, on binlerce izleyicinin önünde senfoni orkestralarıyla birlikte sahne alan tarafı arasında bir orta yol bulmaya çalışan Murdoch’ın çabasının imkansıza yakın olduğunu yüzüne vurmak bize düşüyor bu albümü dinlerken. “Ne yana baksam Tanrı’yı görüyorum” (The Ghost of Rockschool) diye kafamıza kakmazken en yerinde Hristiyanlık referanslarını yapan, albüm adlarında metacommentary’lere girişmezken kimsenin aşık atamayacağı aşk şarkılarını yazan Murdoch’ın anlatısındaki yavanlaşma henüz melodilerine bulaşmamış olabilir, ancak yapımcı Tony Hoffer’ın biraz ölçüsünü kaçırdığı cilanın altında onlara da ulaşmak pek kolay olmuyor.
Norah Jones bir Wong Kar-wai filminde oynamak kadar menzilinin dışında bir iş yapamaz diye düşünenler hataya düşermiş, zira kendisi bir Belle and Sebastian albümünde arz-ı endam edip, ne kendi repertuarında ne B&S repertuarında yerini tam bulamayan bir mutanta (Little Lou, Ugly Jack, Prophet John) can verebiliyormuş. Stuart Murdoch’ın kadın karakterlerinin çoğunu hiç zorlanmadan canlandırabilecek Carey Mulligan, Jane Austen romanlarının televizyon uyarlamaları kadar tek boyutlu projelerde yer almaz diye düşünen yanılırmış, zira Murdoch’ın 14 yıllık kariyerinde yazdığı en zayıf ve anlamsız nakarat (He’s intellectual and he’s hot, but he understands) kendisinin başına patlamış (Write About Love).
Stuart David ve Isobel Campbell’ın gruptan ayrılışından beri yerlerini doldurmalarını sabırla beklediğim ikiliden Stevie Jackson, Step into My Office, Baby performansını hala albüm kayıtlarına ve sahne performanslarına yansıtamamış olsa da Sarah Martin ilk defa umut vaat ediyor. Albümün ilk birkaç dinlemede ön plana çıkan biricik şarkısı I Didn’t See It Coming’de Murdoch ile düet yapması ve şarkıyı birlikte yazmış olmaları, Martin’in artık Murdoch’ın alter egolarını seslendirmekten daha fazlasını yapabileceğini kanıtlıyor.
Belki Stuart Murdoch kelimeleriyle kimseyi ağlatmıyor artık* ama ister grubun 2000 öncesi ister 2003-2006 arası halini özlüyor olun, Belle and Sebastian’ın hala High Fidelity’deki Jack Black’in nefret edeceği bir grup olduğu gerçeğiyle avunabilirsiniz.
*Get Me Away from Here, I'm Dying
0 yorum:
Yorum Gönder