4 Ekim 2010 Pazartesi

The O.C: Hepimiz Biraz Kaliforniyalıyız

Portakal kentinin dünyaya hükmü üzerine

2010’un sonuna yaklaştığımız fikrine yavaştan alışmaya başladığımız şu günlerde, geride bıraktığı her 10 yıllık dilimi belli bir takım şeylerle özdeşleştirmeyi ve onlarla hatırlamayı adet edinmiş insanı dertlendiren en mühim konulardan bir tanesi de bu son 10 yılı kasıp kavuran tek bir akım bulamamak. Ne var ki dertlerine derman olmak için felsefeyle yeni tanışan insanın her fırsatta filozoftan alıntı yapan hal ve tavırlarına sahip olmak yeterli. Öyle ki Herakleitos’un “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözünü hatırlattığınızda, konuyla gösterdiği müthiş uyum dinleyenlerinizin zihninde öylesine bir aydınlanmaya sebebiyet verecek ki felsefeden zerre anlamadığınızı fark etmeyecekler bile.

Söz konusu daimi değişim ve yeniyi arama çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan akımlar yığınının içinde diğerlerinden daha büyük, gözle görülür ve uzun süreli etkiler yaratanları pek tabii mevcut. Gençlik dizisi anlayışına getirdiklerinin yanı sıra indie müziğe ve hatta indie müzikle yaptıklarıyla gönüllerde olduğu kadar popüler kültürde de kendine kocaman bir yer edinmeyi başaran The O.C. de pek tabii bu yığın içinde ilk planda göze çarpanlardan.


Dawson’s Creek’ten aldığı ergenlik sorunları mirasını daha ileriye taşıyıp, gerektiğinde aşk, bağlılık, güven çerçevesinden biraz daha dışarıya, daha somut problemler civarında bir yerlerde konumlandırmaktan kaçınmamasıyla The O.C.’nin kendi türü içinde farklılaştığını söyleyebiliriz. Dawson’s Creek’in hemen herkesin zihninde “mezhep genişliği” olarak karşılık bulan karmaşık ilişki diyagramlarına rağmen, “cesur” olarak anılanın The O.C. olması da muhtemelen bundan kaynaklanıyor. The O.C.’yle birlikte yavaş yavaş gençler toyluklarının kurbanı rolünden, hatalarını dahi bilerek ve kendi kontrolleri dahilinde yapan insanlar haline geliyorlar. Sorunlar ve sonuçlar benzer olduğunda dahi süreç tamamen değişiyor. “Gerçek aşkı, arkadaşlığı ararken yaptım/oldu” yerini yavaş yavaş “Gerçek aşkı, arkadaşlığı arıyorum evet ama bunu yapmak istiyorum/yapıyorum” a bırakıyor.  90’ların nispeten masum çocukları tahtlarını New York sosyetesinin zengin ve şımarık veletlerine devretmeden önce, son kez Orange County’de kendilerini hatırlatıyor ve kim bilir tekrar ne zaman geri dönmek üzere aramızdan ayrılıyorlar. The O.C. ise bizi, artık her şeyin çok daha şeffaf, daha ulaşılır ve daha kolay tüketilir olduğu bir zamana kadrajı biraz daha genişleterek hazırlıyor. Materyalizm çok daha görünür bir şekilde ortaya koyuluyor. The O.C.’de giyilmiş kıyafetler üstüne bloglar açılıyor, benzerleri daha göründükleri bölüm bitmeden kapış kapış alınıyor ve benim Çapa’daki lisemin hemen iki sokak yukarısında “The O.C. Style” isimli bir dükkan hizmete giriyor. Ve aslında The O.C. tüm bunlarla dönem modasına yön vermekten çok daha fazlasını yapıyor, 2000 sonrası dönemin en karakteristik özelliği olan her zaman daha yeniyi arama halini hepimiz için normalleştiriyor. Ve 2010’a geldiğimizde artık Gossip Girl ’ün varlıklarını tamamen madde ve yeni olma hali üzerinden tanımlayan karakterlerini bile garipsemiyoruz.


Şov dünyasıyla alakalı olarak en çok kafamı kurcalayan konulardan bir tanesi tüketiciye satılanların olmak istedikleriyle oldukları arasında tam olarak nerede durması gerektiğidir. The O. C.’nin dünyanın dört bir yanında elde ettiği başarının sırrı da bir ölçüde ideal noktada durmayı başarmış olmasından ileri geliyor olsa gerek. İzleyiciye olmak istediği yeri açık açık sunmaktan (yakışıklı çocuklar, güzel kızlar, eğlenceli ortamlar, pahalı giysiler, yer yer romantizm vs.) çekinmezken, aslında gayet sıradan gençler olan ana karakterleri sayesinde izleyicinin olduğu yer arasında sağlam bir bağ kurmayı başarıyor. “Sımsıcak aile dizisi” bayıklığından uzak, kendi hayatınızla özdeşleştirebileceğiniz mesafenin dışına çıkmadan... Ve işte ben de bu bir kaç cümleyle neredeyse sürekli kendini tekrar etmiş bir senaryoya ve iyice kontrolden çıkmış 4. sezona rağmen dizinin bitmemesi için Fox’a dilekçe gönderen bir yığın insana mantıklı bir açıklama getiriyorum. En azından getirdiğimi zannedip klavye başında havalara giriyorum.


Her ne kadar konunun buraya gelmesi için tam dört paragraf geçmesi gerekmiş olsa da, aslında The O.C. dendiğinde akla gelen ilk şeylerden birisi müzik ve spesifik olarak Indie pek tabii. Gerek gençlerimizin takılma mekanları olan Bait Shop’taki performanslarla -Şöyle bir baktım da kimi izlememişiz ki? The Killers, Modest Mouse, The Walkmen, Death Cab For Cutie..- gerek bölüm sonlarında hisli sahnelere eşlikçi olarak seçilen parçalarla The O.C.’nin indie’nin şimdiki popülerliğine ulaşması açısından oldukça büyük bir itici güç olduğu herkes tarafından kabul edilmiş ve birlikte yaşamaya alışılmış bir gerçek. 4 sezonda yayınlanan 6 karışık albüm ve bu albümlerin büyük başarıları da bunun en büyük delilleri zaten. Bütün bunlar iyi şeyler, güzel şeyler ve özellikle The O.C.’nin en çok takdir özelliklerinden. Ne var ki aynı zamanda son zamanlarda sıkça şikayetçi olunan, indie’nin artık gerçek anlamda indie olmaktan çıkıp, büyük firmalarla anaakıma dahil olmasının da en büyük sorumlularından olduğunu da unutmamak gerek.

Velhasıl-ı kelam The O.C.’nin yalnızca zamanın değil, onunla birlikte hemen her şeye bakış açımızın değişmesi; eskilerin bozulup yerine içinde yaşadığımız 2000’ler dünyasında popüler kültürün kurallarının koyulması evrelerinde varlığını çokça hissettirdiği aşikar. Ve işte tam olarak bu sebeplerden 2000’li yılların ilk 10 yıllık dönemi söz konusu olduğunda ilk akla gelenlerden olmaya devam edecek.
Share This
Subscribe Here

0 yorum:

 
Avaz Avaz Dergisi

izliyorlardı

Avaz Avaz Copyright © 2011 BeMagazine Blogger Template is Designed by Blogger Template
In Collaboration with fifa