Baba Zula bizim için özel. Kendilerini ve damak tadınıza uygunluklarını tartışabilirsiniz ancak özgünlüklerini, tavırlarını ve başarabildiklerini tartışmak zor.
Baba Zula'nın bizim için önem arz ettiği bir diğer nokta: Bizzat nefes aldığımız, içinde büyüdüğümüz Boğaziçi Üniversitesi'nde hayat bulmuş olmaları. Onların, dönemdaşlarının ve takip eden diğerlerinin bizi sarmalayan ruha yaptıkları katkıları yadsımak mümkün değil.
Murat Ertel'le rahatça sohbet ettik.
Afiyetler ola.
Aybike: Baba Zula’yla tanışmamız Derviş Zaim’in yönetmenliğini yaptığı Tabutta Rövaşata filmine dayanıyor. Filmden önce Zen isimli bir projeniz vardı. Tabutta Rövaşata için dönüm noktası diyebilir miyiz? Zen’den Baba Zula’ya geçiş sürecinden bahseder misiniz?
Murat Ertel -Ben çok küçükten beri müzikle ve sanatla ilgilenen ve grup müziğine inanan bir insanım ve ekip olayı beni hep heyecanlandırmıştır. Oyun oynarken bile mesela arkadaş grubuyla oyunda belirli bir anayasa koyan, o anayasaya göre oyunu sürdüren sonra o anayasa ilkelerine ters düşenleri oyundan çıkartan bir tiptim. İşte o yüzden de ilk grubumu 5 yaşımda kurmuştum. Mavi Güneş diye bir gruptuk. Zen’e gelirsek bir grup kurmak istiyorduk ve emprovize müzik çok ilgimi çekiyordu. “Kimlerle çalabilirim?” diye başladım ve herkesle çalmaya, doğaçlama yapmaya başladım. O insanlardan en sevdiklerimi toplamaya başladım. Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik okuyan ve ortaokuldan tanıdığım bir arkadaşım vardı. O Amerika’ya gitmişti. Bir gün Boğaziçi’nde ona rastladım. “Sen burada ne yapıyorsun?” diye sordum, “Amerika’dan geldim buraya geçiş yaptım” dedi. Ben de sevindim çünkü müzik zevki iyiydi, hoşuma gidiyordu. Sonra onu da gruba aldık ve böylece Zen oluşmuş oldu. İlk önce içinde doğaçlama olan besteler yapıyorduk sonra devamsızlıklar başladı. Basçı gelmemeye başladı provalara ve zaten 4 kişiyiz, bir kişi de gelmeyince o düzenlemeler çok tatsız bir hale geldiğinden biz artık tamamen emprovize yapmaya başladık. Sonra besteleri de bıraktık. Boğaziçi Üniversitesi’nde çalmaya başladık fakat çok disiplinli bir şekilde bunu yapıyorduk. Haftada 3 gün hatta gece diyelim Taşoda’ya gidiyorduk ve resmen Taşoda’ya el koyuyorduk. Mesela son saat 10 ise 10’da gidip sabaha kadar takılıyorduk. Böylece Bümk’te bir hakimiyet kurmaya başladık. “Ya orası bizden sorulur” durumu oldu ve bu durumu fark eden arkadaşlar da “Siz burayla bayağı ilgileniyorsunuz bari Bümk’e girin hatta başkan olun” dediler. ben de istemedim, niye böle bir şey yapayım ki keyfimiz gayet yerinde. Bümk o sıralarda karışıktı.
Biz haydutlar olarak olaya girdik. Deniz Şener abimiz vardır, geldi ve dedi ki “Burada böyle böyle bir durum var, buna son vermek gerekiyor”. Bana bir takım öneriler getirdi ve o öneriler hoşuma gitti. Zamanla BÜMK’ü düzenlemeyi başardık.
Zen’le de bir sürü konser verdik. Tam bir Boğaziçi oluşumu oldu. Sinema Kulübü’nde Elif vardı. Bir Hollandalı ile evlenip Amsterdam’a gitti ve orada Amsterdam film müzesinin başına geçti. Hatta son olarak bir film festivalinin kapanışını yaptı. Paradiso diye bir kulüp var çok meşhur, Rolling Stones’dan Sex Pistols’a ve Cure’a kadar herkesin çaldığı çok iyi bir kulüp. Orada, 1920’lerde Türkiye’de çekilmiş ve Amsterdam film müzesinin çöpte bulup restore ettiği bir sessiz filme müzik yaptık. Onlarla beraber bir sürü konserler de yapıyorduk. Bir konseri anlatayım, Zen’de dialar falan hazırlanıyordu. Bir arşiv vardı ama o esnada yazarak keserek hazırlanıyordu. Oluşan şarkıya göre görsel hazırlanarak konser veriliyordu. 8mm gösteri makinelerimiz vardı. 8mm gösterici kuruyorduk filmi loop yapıyorduk. Birinci göstericiden bir duvara oradan ikinci makineye başka bir duvara yansıtmak üzere gidiyordu. Bir keresinde de Yeşilçam’a gidip “Ben Boğaziçi öğrencisiyim. Sinema Kulübündeyim. Montaj çalışacağım bize artık film verebilir misiniz?” dedim. Onlar da birinci makarası olmayan bir Cüneyt Arkın filmini vermişlerdi. Biz de o filmin bütün kızlı sahnelerini almıştık ve sonra onları loop yapmıştık. Kanadalı bir sanatçı vardı Norman Mclaren diye bir adam. O bütün filmleri deforme edip üstünü falan çizerek çalışırdı. Biz de o filmleri öyle yapmıştık. Çok serbest sanat kafasındaydık. Mesela Kalamış’ta bir konser. Güneş batıyor konserin başlamasına 1 saat var ama biz çalmaya başlıyorduk. Konser saatinden yirmi dakika sonra da konseri bitiyorduk. Önce gelenler keyifleniyordu. Kuralları bozan bir şey yapıyorduk.
Avaz- Sonra Baba Zula geldi...
Murat Ertel- Evet sonra Baba Zula geldi. Zen varken Derviş Zaim benim arkadaşımdı, o da Boğaziçi’ndeydi. Bana ilk geldiğinde “Kafka hakkında film yapacağım, 16mm çekeceğim” dedi. Ben de “Ne işin var senin Kafka ile? Ne anlarsın sen?” dedim. Bayağı sinirlendi. Ben de “Buralarla alakalı bir şeyler yap” dedim. Hakikaten de öyle yaptı. O filmi çekemedi zaten, iyi ki de öyle oldu. Tabutta Rövaşata’yı çekti, bize geldi. “Daha önceden belirlediğim film müzikleri filme göre çok yavaş oldu. Bu filmde araba hırsızlığı var hareketli. Daha özgün bir şeyler istiyorum, siz buna bir şey yapın” dedi. “Tamam” dedik. Sonra bazı Zen elemanları filmi beğenmedi. “Çok kötü buna müzik yapmayız” dediler. Grubun başka bir isimle olması gerekiyordu. “Baba Zula olsun” dedik. Tek albümlük bir proje olarak düşündük fakat daha sonra o proje çok tuttu. Başka projeler geldi. Tiyatro oyunları, konserler derken Baba Zula kaldı.
Aybike: Deneysel, oriental-dub, psychedelic olmak üzere Baba Zula müziğinin pek çok etiketi var. Sizin için Baba Zula müziği ne anlam ifade ediyor, müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Murat Ertel- Tür isimlerinin içerisinde konumlandıramıyoruz. Psychedelic de var, deneysel şeyler de var, funk da var, rock da var, caz da var, halk müziği de var. Onu tanımlamak çok zor ama belirli bir coğrafya söz konusu. İstanbul’da yaşıyoruz, İstanbul müziği yapıyoruz. Bu mikrokozmostan makrokozmosa ulaşıyoruz: önce İstanbul sonra Trakya, Ege ondan sonra Balkanlar ve İç Anadolu gibi aslında bütün dünyaya açılan bir durum söz konusu. Doğu ile Batının birleştiği nokta. Aslında köy kültüründen bir şeyler alan ama buna şehirden bakan bir müzik. Göç almış bir müzik bir tür İstanbul; modern geçmişle de alakası var ama aynı zamanda fütüristik. Anadolu rock-popla çok ilişkili ama mesela bununla uğraşanlar elektro bağlama kullanmıyorlar. Elektro gitar kullanıyorlar ama bağlama yok. Bunu pavyonla ilişkilendiriyorlar, beğenmiyorlar. Genelde ilk halk türkülerini modernize ediyorlar sonra kendi bestelerini yapıyorlar. Biz sırf kendi bestelerimizi yapıyoruz. Makinelerle de ilişkimiz var. Makinelerle günümüz insanının ilişkisinin çok fazla olduğunu düşünüyoruz. İlk önce yapay organlar, uzantılar gibi şeyler olacaklar. Araba gibi metro gibi aletler hayatımıza çok fazla giriyorlar. Müziğimize de çok giriyor. Yalnızca makineden ibaret de değil, bilgisayarla kayıt yapmıyoruz mesela ama makineler kullanıyoruz. Sanal bir makineden çok somut bir makine ile ilgileniyoruz. Daha işin hardware yanındayız, software'inde değil.
Geleneksel sample kullanıcılığında başkasının malını döngü yapmak yerine kendi malımızı sample’lıyoruz. Kendi kendimizi samplelıyoruz biz. Bize göre orjinalini aşabilecek bir sample’lama yapmak çok zor. Ancak Hitchcock gibi düşünmek lazım biraz. Diyor ki: ‘‘Hiçbir iyi edebiyat eserinin filmini yapmam çünkü onu aşabileceğimi düşünmüyorum. Kötü romanları yaparım, onları aşabilirim.’’ Onun gibi işte. Kötü bir parçadan sample alarak mümkün. Ancak kendi kendisini örneklemesi-sample’laması daha önemli. Bazı eserlerin geleneksel mi diye sordurması da önemli. Bunu bir iltifat olarak alıyoruz. Aynur Doğan mesela Cecom parçasını geleneksel zannediyormuş. Halbuki değil, bu biçimde görülmesi iyi bir şey.
Berhan: Yurtdışında ülkenizden daha çok dinleniyorsunuz ve daha fazla ilgiyle karşılanıyorsunuz. Bu durumdan şikayetçi misiniz? Türkiye’de aldığınız tepkilerden memnun musunuz?
Murat Ertel: Rahatsız ediyor ama şöyle rahatsız ediyor: ‘‘ Keşke daha çok çalabilseydik.’’ Yoksa ülkede anlaşılmamak gibi bir problem yok yani. Gitgide yükselen bir ivmeyle ülkede de anlaşılıyoruz. Ulaşım sıkıntı oluyor, oraya gidemiyoruz, buraya çağrılmıyoruz fakat çaldıkça daha iyiye gitme durumu oluyor. Bunun için de elimizden geleni yapıyoruz. Bundan 5-6 yıl önce Kars’tan teklif gelmişti çalmamız için. Aylardan Şubat, eksi 30 derece, salonda bir monitör ve 2 mikrofon var. Hakikaten harika bir konser oldu. Sonra 2 kere daha gittik ve bu sefer koşullar iyiydi. Böyle şeyleri yapmak gerekiyor.
Fatih: En son Diyabakır turnesine çıkmıştınız. Diyarbakır’daki konseriniz nasıldı?
Murat Ertel: O da çok güzeldi. Uçağın azizliğine uğradık, 8 saat rötar yaptı. O yüzden uçaktan iner inmez sahneye çıktık. Birkaç kişiden dinleyicilerin önünde soundcheck yaptığımız için tepki aldık fakat yapabileceğimiz bir şey yoktu. Konser çok güzel oldu, insanlar bayağı heyecanlılardı. Genelde tepkiler iyi yönde oluyor. Kötü tepkiyi bir Hacı Bektaş’ta almıştık ki o da provakasyondu. Birtakım insanların bazı şeylerle ilgili problemleri olabiliyor. Kadının konumuyla ilgili, birtakım kavramlarla ilgili problemler var. Örneğin bazı hayvanlardan hoşlanılmıyor. Sıpa isimli parçamız var ve o parçada insanlar dans etmek istemiyorlar. ‘‘ Dans et’’ diyoruz. ‘‘Olmaz’’ diyorlar. ‘‘ Peki at olsaydı?’’ diyoruz. ‘‘Olurdu’’ diyorlar. Yani eşekten bahsedemiyorsunuz. Bu inanılmaz bir şey. Bizim nedenini anlayamadığımız ama biraz düşününce sezebildiğimiz bazı durumlar söz konusu. O durumlar ortaya çıkmazsa bir problemimiz olmuyor.
Berhan: Baba Zula’nın alışılmış bir görsel algısı var. Sahnede dansöz ve çengi kültürüne önem veriyorsunuz. Konserinize gidenler ne ile karşılaşacaklarını tahmin edebiliyorlar. Konseptinizde yeniliğe gitmeyi düşünüyor musunuz?
Murat Ertel: Evet yenilik yapmayı düşünüyoruz. Dans açısından sırf dansöz kültürünü kullanmak istemiyoruz aslında ama onun için de bazı dansçılarla çok uzun zaman çalışmak gerekiyor. Aslında bizim aklımızda olan halk danslarına ve şamanik öğelere daha fazla yer vermek. Dansçılarımız var bu bağlamda ama 3-5 sene sonra gidiyorlar. Yerleşik olan dansöz kültürü ve bütün dünyadan da bununla ilgili taleplerde bulunanlar olduğu için ve bir akım haline geldiği için en kolayı da o oluyor. Dansözle ilgilenmemizin diğer nedenleri de var tabii. Dansöz figürü hoş ama esas bizi ilgilendiren eski pagan dönemiyle ilintili olması. Erkek egemen tarih öncesi kadının konumu ve sanatıyla çok ilgililer paganlar ve biz de danslarımıza bunu yansıtabilirsek, böyle bir şey yapabilirsek çok iyi olacak.
Berhan: Dansöz figürü yurtdışında kolay anlaşılmanızı sağlarken Türkiye’de insanlarla aranıza duvar örüyor gibi?
Murat Ertel: Evet, öyle bir durum var. Bir sürü insanda aşağılama eğilimi var ve bu yüzden dansöz figüründen kopamıyoruz. Mesela aşağılamayıp benimseseler ve bu bir sanat olarak kabul edilse, her yerde dansözleri görebilsek, elektro sazı ittikleri gibi itmeseler biz vazgeçeriz fakat böyle olmadığı için inadına vazgeçmiyoruz. Örneğin feministler geliyorlar ve Baba Zula kadınları aşağılıyor diyorlar. Bunu demeden önce o kadınlarla konuşmaları gerekiyor. Biz onlara nasıl davranıyoruz, ne gibi bir anlayışımız var, kendileri kullanıldıkları bir metaya dönüştüklerini düşünüyorlar mı, sanat mı icra ettiklerini düşünüyorlar… Tüm bu soruları sormadan önce etiketliyorlar. Yine Baba Zula ‘‘ eğlendiriyor ’’ şeklinde bir anlayış var. Eğlendiren şey düşündüremez gibi saçma bir kalıp var. Halk edebiyatındaki en düşündürücü, en hicvi şeyler de mizahtır. Boş eğlence evet, anlıyorum eleştirilir ama öncelikle kendi kültürümüze bakmak gerekiyor. Bektaşi fıkraları, Nasreddin Hoca fıkraları, Karagöz ve Hacıvat bunların hepsi kültürümüz ve mizah temelli olgular.
Fatih: Etnik müzik konusuna belirli bir serbestlik gelmesine karşın sıkıntılar hala bitmemiş durumda. Siz kendi müziğinizi bu noktada nasıl değerlendiriyorsunuz? Etnik müzik olarak kabul ediyor musunuz?
Murat Ertel: Aslında kelimenin kökenine bakmak gerekiyor. Etnik müzik deyince kısıtlı bir coğrafya söz konusu. Bizimki fazla şehirli ve İstanbullu olduğu için etnik müzik olarak kabul edilemez diye düşünmekteyim. Etnik müzik dendiğinde benim aklıma daha küçük gruplar geliyor. Türkçe dışında bir dil kullansaydık ya da coğrafya daha kısıtlı olsaydı daha etnik bir durum olurdu. O isim altında kabul görürsek de çare yok. (gülüyoruz)
Berhan: Etnik müzik açısından özgürlük ortamı oluştuğunu düşünüyor musunuz?
Murat Ertel: Hayır, düşünmüyorum ama özgürlük ortamı olmasa da biraz daha serbest bir ortam var. Mesela ben Aynur Doğan’ın albümünü almak istediğimde bundan 2 sene önce İstiklal Caddesi üzerinde sırf Aynur’un etnik kimliği yüzünden albümünü satmayan müzik dükkanları vardı. Böyle korkunç ve ırkçı bir yaklaşım vardı. Hala da çok büyük tabularla karşı karşıyayız. Etnik müziği, belirli dillerdeki müzikleri otobüste, sokakta dinlemek çok zor. Bu durumlarda hiç yılmamak gerekiyor çünkü çok güzel şeyler de var aynı zamanda. En önemlisi müthiş bir kültür hazinesi var her konuda. Bütün bu zorluk ve kısıtlamalar yüzünden insanlar kendilerini sanatla ifade etmeye o kadar alışmışlar ki rahat ve refah içinde yaşayan Avrupa’yı, Amerika’yı geçmiş durumdalar. Yalnızca bizde yazılı kültür, belge vb. olmadığı için geçmişe dair bir arşiv yok.
Berhan: Sanat dünyasında artan üretime rağmen hala özgün bir kültür üzerinden değil, Doğu-Batı çekişmesi üzerinden değerlendiriyoruz eserleri. Bu Türkiye'nin daha gidecek çok yolu olduğunu mu gösteriyor? Sizce ne zaman biter bu muhabbet?
Murat Ertel: Bence bitmez. Bizde bitmez en azından (gülüşmeler). Öyle bir durum var gerçekten, kabul etmek lazım. Biz mesela Diyarbakır'a da gidiyoruz, Avrupa'ya da gidiyoruz, gerçekten çok farklı her şey. Kabul etmek gerekiyor ki biz ne Doğu'danız, ne Batı'danız. İkisini de tanımak çok iyi. Aradaki fark şöyle kapanabilir, mesela savaşlar bunu kapıyor. Amerikalılar kendi kültürleri dışında her şeye yabancıdırlar ama gidiyorlar sonra Vietnam'ı öğreniyorlar, Irak'ı, Afganistan'ı... Kötü adamlar olarak bir şeylerle tanışıyorlar, kültürler “değiyorlar” birbirlerine. Ters açıdan da internetin getirdiği korsan film, korsan müzik gibi olaylar nedeniyle Türkiye'de Amerikan kültürü inanılmaz yayıldı. Eskiden böyle değildi. Kendi kültürünü tüketen, kendi müziğini dinleyip, kendi filmini izleyen bir ülkeydik. Globalizmin kötü etkilerinden biri olarak tek kültüre doğru gidiyor dünya. 2012 teorileri, büyük göçler, açlık falan daha da karıştıracak, melezleştirecek sanırım her şeyi. Öylesi daha güzel, Brezilya'lılar gibi (gülüşmeler). Ama özgünlüğü kaybetmemek de önemli. Doğu-Batı sentezi derken çok kötü şeyler de ortaya çıkarabilirsin. O noktada dürüst olman gerekiyor. Zevk aldığın şeyi yapmalısın. Tabii sonra bize hedonist diyorlar, anlamını bilmiyorduk, sözlüğe baktık, “Aa iyiymiş, tamam” dedik sonra.
Aybike: Avaz Avaz olarak ‘‘geleceğin müziği’’ üzerine yoğunlaştığımız konseptlerin başında geliyor. Müzik piyasasındaki son yıllarda yaşanan değişimlere baktığımız zaman üretilen değerlerin çok çabuk tüketildiğini ve müzik yapmanın kolaylaştığını görüyoruz. Evde müzik yapabilir hale geldik, albüm almak yerine internetten download ediyoruz. Baba Zula geleceğin müziğini, müziğin gidişatını nasıl değerlendiriyor?
Murat Ertel: İzleyicinin önemi artıyor. Müzisyenler ile dinleyiciler arasındaki mesafe azalıyor. Herkes müzik yapabilir hale geliyor. Herhalde ilerde insanlar dinledikleri müzikleri de değiştirebilecekler. Şimdiki remix projeleri gibi. İzleyici ile sanatçı arasında daha interaktif bir ilişki öngörüyorum. Fanlarla grup arasında daha organik bir ilişkinin varolduğu bir gelecek gerçekten güzel olur gibi geliyor.
Aybike: Hard-copy şeyler basmak, yayınlamak çok zor. Albüm yayınlamaya devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Murat Ertel: Albüm her zaman bana çekici bir şey olarak gelmiştir. Devam ederiz kesinlikle. Bunun miktarının düşerse o kadar yayınlarız. Bu bizi çok ilgilendirmiyor çünkü bizim için önemli olan bulunması. Birisi albüm istediği zaman, ona verebilmemiz veya şuradan al dememiz daha önemli bizim için. Somut ürünün daha sanatsal bir cisim haline gelmesi gerekiyor bence. Ben bir CD aldığım zaman onun içinde sadece ön ve arka kapak varsa bozuluyorum. Karton kapaklı, içinde kitapçığı var, dinlerken göz gezdiriyorsun. Bu hoşuma gidiyor. İlerde de CD olur, başka bir ortam olur, onun sanatsal bir özelliğinin olması önemli.
Aybike: İstanbul'daki bağımsız müzik piyasasından dinlediğiniz, takip ettiğiniz gruplar?
Murat Ertel: Eskiden çok iyi takip ederdim şimdi o kadar edemiyorum aslında. Saymak gerekirse Kırıka'yı çok beğeniyorum, en beğendiklerim denebilir. Gevende ve Kim Ki O'yu beğeniyorum. Onun dışında genelde hiphop'çılar da hoşuma gidiyor. Müziği bana göre olmasa da Hayko Cepkin'den hoşlanıyorum, güzel öyle birinin olması.
Avaz Avaz: Eurovision?
Murat Ertel: (kahkahalar) Rahmetli Melih Kibar BÜMK’e gelip Eurovision'a katılsanıza demişti. Biz de kelek falan demiştik, çok bozulmuştu. Melih Kibar harika bir müzisyen ama Eurovision olmaz. Olması lazım gibi ama bence kötü bir şey, güzel bir şey değil. Eurovision'a katılıp da bir şey yapmış diyebileceğin çok isim yok. Oraya katılınca değişik bir havaya giriliyor bir de. Yarışmayla müzik pek uyuşmuyor bence.
Berhan: Baba Zula'ya o bahsettiğimiz Türkiye'ye açılma konusunda oldukça fayda sağlayabilirdi aslında.
Murat Ertel: Kesinlikle sağlardı. Getirisi olurdu ama götürüsü de olurdu. Bir sürü Baba Zula dinleyicisi yozlaştılar diye ayaklanabilirdi. Tabii onun yüz katı dinleyicimiz de olurdu ama daha mı iyi olurdu bilemiyorum. Katılanları da kınamıyorum ama izlediğim bir şey değil, aradığımız bir şey de değil. Eskiden izliyorduk işte. En güzeli de bence Semiha Yankı, Ali Rıza Binboğa ve Cici Kızlar'ın olduğu yarışmaydı. Bir de Timur Selçuk'un bestelediği, kızı Hazal'ın söylediği bir parça vardı. Çok karmaşık, harika bir besteydi. Fazla entelektüel kaldı tabii yarışma için. Melih Kibar da çok önemli. Hababam Sınıfı'nın müziği mesela, o da oldukça ilginç bir beste, 9'lukla 5'liği birleştirmiş ve de popüler olmuş, tutmuş. Halkımız çok ilginç gerçekten. Kuştepe'de bir okulun zili oydu, çocuklar tenefüste koşarak çıkıyorlardı, Roman çocukları bir de, oynayıp oynayıp geri dönüyorlardı. Çok güzeldi gerçekten.
Bu harikulade röportaj için Baba Zula’ya tekrar çok teşekkür ediyoruz!
0 yorum:
Yorum Gönder