31 Ocak 2010 Pazar

Seslerin Getirdiği: Giderken

Seslerin Getirdiği #9





Nereye gidiyoruz, diye sordum. Telefonuna bakıp “Coşkun Taksim’deymiş. Sinan’la Merve de onun yanına geleceklermiş. Gel biz de gidelim” dedi. Ani plan değişikliğine uyup durağa doğru yürümeye başladık. Ben elim cebimde Maça Kızı’yla onuyordum, zihnimdeyse gelecek planlarımla. Bir de bunu bu kadar sık yapmanın sıkıntısı… Kendimi kontrol edememek ilginç gelmemeye başlamıştı zaten ama sebebini anlamam için biraz daha zaman gerekiyordu.

 


Artık beyaz gökyüzü ortadan kaybolmuş, gece tüm ironik ışıltısıyla çevremizi sarmıştı. Otobüs camından, oradaki kafamın gerisinden gördüğüm buydu en azından. Otobüsler, vapurlar, trenler… İçi fazlaca insan dolu ve onların birbirini inceleyebileceği kadar dar olan kafa patlatma mekanları. Çevremdeki onlarca suratı sabah O’nu takip ederken yaptığım gibi inceliyordum ve sohbet etmeye çalışıyordum taşıdıkları ifadelerle. Solumdaysa içinden şehrin akıp geçtiği ifadesiz suratım, daha doğrusu meraklı bir şekilde bana bakan suratım... Ve ben sanki devamlı ertelediğim ya da devamlı acele ettiğim o işi yeniden yapmaya uğraşıyordum; o surata anlamlı bir ifade vermeye çalışıyordum. Bir gelecek, bir inanç, bir amaç…

Beşiktaş - Taksim yolculukları çok uzun sürmüyor maalesef trafik yoksa. Ben aklımda sorularla inmek istemiyordum. Suratımı camdan gecenin boşluğuna bırakıp uzaklaştım. Hiç sorgulamadan takip ettim, basit espriler yaptık, kalabalıkla aktık, kalabalıktan koptuk, dolandık durduk Beyoğlu’nda. En sonunda nerede olduğumuz konusunda hiçbir fikrimin olmadığını fark ettim - ki bu duygunun bu kadar huzur verici olduğunu bilmiyordum - ve bir kafe-bar gibi bir şeye girdik. Şehrin sarı gibi turuncu ışıklarından, kahverengi içindeki kırmızı ve soluk sarı ışığa geçip, arkadaşlarla kucaklaşıp oturduk. Her şey normaldi, her şey önceden yaratılmış basit adımların aynısıydı, her şey belirli bir kural içinde akıyordu ve ben nasıl yapılacağını bir şekilde biliyordum. Ortalama sohbetimizde ortalama insanlar olarak mutluyduk. Sonra sohbet ortalama hayatlarımıza doğru kaymaya başladı. Yarılanan bardakta da suratım görünmeye…


“Ya adamlar parayı vurmuş oğlum...”


“...ama bilmem bence İstanbul dışında yaşanmaz”


“Valla biz evlenince İzmir’e gitmek istiyoruz, değil mi aşkısı”


“Oha ya. Adamlar dikmiş New York’a mis gibi gökdelenleri. Hele bi gireyim de dayımların…”


“Aa bi de Brooklyn grupları falan var, süper olur valla.”


“Valla o kadar büyük düşünmeye gerek yok hayatım, hem çocuklarımız kültürümüzü öğrensin”


….




Arkadaşımla birlikte bu üçlü sohbetin dışında kaldığımızı fark ettim. İkimizde ukala bir gülümsemeyle birbirimize baktık. Yok, dışında kalmamalıydım. Bence de ya, Brooklyn her şeyi döver, dedim. İzmir teyze şehri, dedim. Bence sizin çocuğunuz çok şımarık olur, bile dedim. Şimdi de “Üniversite bizi oyalamak için yaratılmış bir şey oğlum. Biz okuycaz diye ona buna para saçarken adamlar viskilerini yudumlayıp gülüyolar bize” diyorum. Başlarını sallıyorlar, inanamıyorum, arkadaşım bana bakıp gülüyor. Karşı masada elinde bir kitapla oturan sarı dalgalı saçlı, kirli sakallı, biraz bakımsız, bizden birazca büyük olduğunu düşündüğüm adam bize bakıp, kendimden çok iyi bildiğim küçümseyici bir gülümseme konduruyor suratına. O, elindeki eski püskü, okumak için bir dakika içinde bir sebep söylenemeyecek kitabına dalıyor, ben de “Okulu bıraksak mı ki lan” diye giriyorum. Coşkun, “Ben dayımların şirkete girmek için okuyorum valla, sizin derdiniz” diyip gülüyor. Arkadaşım, “Oğlum dayına niye kazandırıyosun parayı, dayın okumuş mu da sana iş verecek kadar para kazanmış” diyor. Karşı masadaki adam kıs kıs gülüyor.


İçimden “Hayatımı basit klişelere boğacak kadar değersiz göremiyorum” demek geçiyor, “Bence sizin ilişkinizde eksik olan… ” diyorum. İçim “Hayatta bir şey olma potansiyeli büyüdükçe azalırken…” diyor, “Ya senin telefon…” diyorum, “…sen olduğun şeyi beğenmeme korkusuyla kendini yiyip duruyorsun” diye devam ediyor. “Oğlum bir de şöyle adamlar var ya” diyip karşı masadaki adamı gösteriyorum göz ucuyla, içim “Yaşasan mutlu olabileceğini düşündüğün bir hayat” diyor. “Ay ünlü bir yazardır belki ne romantik” diyor Merve, Sinan’a bakarak. Ben bardağıma bakarak “Ama hayatın bir yerinden fedakarlık etmeme değecek kadar iyi olmamaktan korkuyorum sanırım” diyorum içimden, “Aslında sanata yeterince inanmıyorsun” diye cevap veriyor içim. “Çünkü içinde daha fazlasını taşıdığını hissediyorsun” diyor, adam hesabı ödemek için cebinden çıkardığı azıcık parayı saymaya çalışıyor, arkadaşım “Gidelim” diyor.


Bardak önümden gidiyor, hesabı masaya üstü kalmayacak şekilde koyuyoruz ve arkadaşımla ben diğerlerinden ayrılıp yürümeye başlıyoruz. Onlarla biraz dalga geçtikten sonra “Gökte dönüp duran değil, avına doğru süratle ilerleyen bir kartal gibi bir şey olmak istiyorum abi artık” diyorum. “Ama yere çakılmaktan da korkuyoruz” diyor. Kulaklıklarımızı takıyoruz. “Ben hayata değil, onun böyle olduğunu görecek kadar zeki olduğu halde, bunun hakkında konuşmaması gerektiğini bilemeyen bu adama kızıyorum Özgür“ diyorum. “Ahh Thom Amca” diyor.


“Aaa” diyorum ben de boşluğa doğru. Yazar gibi adamın arkamızda olduğunu fark ediyorum, gülümsüyor,
“I Might Be Wrong" yerini sessizliğe bırakıyor.

Share This
Subscribe Here

1 yorum:

Unknown on 31/1/10 10:08 ÖS dedi ki...

ah şenyazar..

 
Avaz Avaz Dergisi

izliyorlardı

Avaz Avaz Copyright © 2011 BeMagazine Blogger Template is Designed by Blogger Template
In Collaboration with fifa