17 Ocak 2010 Pazar

Seslerin Getirdiği: Gökkuşağının Bitimine Akamayan Zaman





Seslerin Getirdiği #8



Siyah saçlarını savuramayışına bakıyorum rüzgarın. Başındaki yün beresi, bebeklikten aşina olduğum desenleriyle huzurlu bir aklı sarıp sarmalıyor gibi. Ben bere takmayalı çok oldu sanırım. “Soğuk eşittir baş ağrısı” denklemiyle geçen hayatıma kapüşonun karanlığını katmak daha cazip gelmişti; ya da berenin içinde tanınmaz ve düzelmez hale gelen saçlarım yüzündendi. Bazı şeyleri hatırlamana gerek yoktur zaten. Daha fazla şey hatırladıkça yaşlanırsın. Daha fazla şey hatırladıkça ölüme yaklaşırsın. Sonra unutmaya çalışırsın ve sokakta yürüyen herhangi birine “Kızım nerde kaldın? Seni bekliyorum kaç saattir” dersin.

Bere ve saçın kapattığı surat yana dönüyor ve ben arkasından geçerken “Karıştırdın sanırım teyzeciğim” diyor. Birkaç adım sonra dönüp arkama bakıyorum ama o bu sefer bana arkasını dönmüş, teyzeye durumu anlatmaya çalışıyor. Önümdeki büfeye gidip su istiyorum. Cüzdanımı çıkarttım, parayı bulup verdim, eski çıkan para yüzünden tartıştım derken bir bakıyorum ki kız olması gereken yerde değil. Büfeciyle aramdaki tartışmayı sona erdirip etrafıma bakınıyorum. Saçlarının aksine rüzgarda hafifçe salınan paltosuyla yürümeye devam ederken görüyorum onu.


Karşıdan gelen insanların suratlarını ve O’nun tanımlayamadığım şekilde beni çeken yürüyüşünü izleyerek birkaç dakika boyunca aşağı doğru yürüyorum. Soğuk bir kış gününde gülen bir insan yüzü beyaz gökyüzünü deterjan reklamından fırlamış masa örtüsü gibi parlatırken, somurtan bir suratsa ömrü tükenmiş bir flüoresan lambasına döndürüyor. Birbirlerine ya da montlarına iyice sokulmuş bu insan suratlarında kendime ait bir şeyler arıyorum, bir yandan da O’nun yüzünü hayal etmeye çalışıyorum. Her yüzde ayrı bir yaşamın çizgileri var, her yüzde ayrı bir umut açlığı, her yüzde ayrı bir ölümün belirtileri. Çizgiler derinleştikçe hikayeler daha da belirginleşiyor, renkler silikleşiyor, yaşamda gerçekleşmeyenlerin yoksunluğu hissediliyor her nefesten.


Yokuş bitiyor, yaya geçidinde arkasında bekliyorum, karşıya geçiyoruz tüm kalabalıkla, yakınlaştıkça daha da hoşuma gidiyor evrene yaydığı görüntü ama hala yüzünü göremiyorum. Otobüs duraklarını geçiyoruz, iskeleye yaklaşıyoruz. Çantasında ne aradığını bilemediğim iskambil kartlarının kutusuna girmiş akbilini zarif bir şekilde çıkartırken yüzünün ufak bir kısmını görüyorum. Sıradaki vapura beş dakika var. Aktarma lan nasılsa, diyip ben de giriyorum arkasından. Saatine bakıp karmakarışık çantasından ufak bir not defteri çıkarıyor. Bir şeyler daha ararken biraz önce kapağı açılmış iskambil kartları çantasına saçılıyor, o karmaşadan elinde kalemle çıkarken bense öfkesini taşıyan nefesini dinliyorum hayran hayran. Not defterine bir şeyler karalarken ben daha da meraklanıyorum. Kalabalıkta yanına doğru geçip yüzünü görmeye çabalasam da bir türlü beceremiyorum. Tam oldu derken kapılar açılıyor ve birden yanımdan geçip gidiyor kalabalığa kapılıp. Aceleyle hem yürüyüp hem de not defterini çantasına koymaya çalışırken çantasından bir şey düşürüyor fark etmeden. Eğilip bakıyorum, Maça Kızı bana bakıyor, O vapura giriyor. Vapura da binecek kadar maceraperest bir insan olmadığım için şaşkınlıkla ayrılıyorum oradan.


Anlattım hikayeyi. Beşiktaş’a gelme nedenim olan arkadaşımla sahilde otururken anlamlandırmaya çalışıyoruz. “Sen şimdi yüzünü bile görmediğin bir kıza aşık mı oldun?” diye soruyor. Bu bir aşk hikayesi değil ki diyorum, bir Ortaçgil şarkısı gibi işte yine. Bu bir yolculuk hikayesi aslında. “Nereye?” diyor. Ölüme, diyorum. “Uzun vadede tüm yolculuklar ölüme gider zaten” diye birazcık oynanmış bir Palahniuk alıntısı yaparak konuşmaya dahil oluyor içimdeki ses. "Hayat, yani" diye gülüyor. Eh, diyorum. "Eh, doğru yere çıkamayan hayat" diyor içim de.

Ya şu “olmak” meselesi var ya işte, diyorum. Hayatın tüm karmaşası, sorumlulukları arasında sıkışmış, sürüklenip giderken hayatın tüm o görüntüsü arasında bir çatlak oluşuyor ya. Yaşadığın her şeyin aktığı, bir sese kavuştuğu, sevdiklerini tutup sevmediklerinden kurtulduğun çatlak… “Yazarak yaklaştığını hissettiğin çatlak” diyor içim. “Kavuşur gibi olup sonunda hep kaybettiğin çatlak” diyor içim. “Ne tam olarak görebildiğin ne de tam olarak anlatabildiğin çatlak” diyor içim. Soğuk bir nefes alıp Boğaz’a doğru bakıyorum, “İşte öyle bi çatlak var ya, ben en çok “olma”nın o halini seviyorum” diyorum. “Anlıyorum galiba” diyor. Boşver ya, diyorum.


Koca bir dalga kıyıya vuruyor, aynı anda tek bir damlanın yanağıma düştüğünü hissediyorum. “Soğuk eşittir baş ağrısı” denklemi etkisini iyice gösteriyor. Kalkıyoruz, belki faydası olur diye beresini vermeyi teklif ediyor. Gerek yok, diyorum, kapüşonumu kaldırıp geçiriveriyor kafama. Yanından geçtiğimiz büfenin radyosundaki şarkı
“Ne güzel yakıştı bak üstüne*” diyor. Birbirimize bakıp gülüyoruz ve sıcak bir yer tartışması yaparak yürümeye devam ediyoruz, uzun vadede ölüme doğru.

* Zaman - Asfalt Dünya


Share This
Subscribe Here

1 yorum:

Büşra Mutlu on 18/1/10 12:34 ÖÖ dedi ki...

of beynimi yedim yine.

 
Avaz Avaz Dergisi

izliyorlardı

Avaz Avaz Copyright © 2011 BeMagazine Blogger Template is Designed by Blogger Template
In Collaboration with fifa