9 Aralık 2010 Perşembe

Yürüyen Ölüler Balosu

Zombilerin asaleti üzerine: The Walking Dead

Tarih boyunca dinlerin, daha spesifik olarak da milyarlarca inananı olan İbrahimi dinlerin şüpheciler nazarında ikna edici olamamasının başta gelen sebeplerinden biri ölüm sonrası konusundaki vaatlerin görsel bakımdan zayıflığı olabilir. Ahiretin neye benzediği, ya da neye benzemesi gerektiği konusundaki beklentilerimizi, üzeri binlerce yıl örtülü bırakıldıktan sonra konuda oluşan kolektif hayal gücümüz belirler. Halbuki peygamberlere Glengarry Glen Ross'taki üçkağıtçı emlakçılar kadar efektif çalışabilme imkanı verilmiş olsaydı, pazarladıkları metanın Florida'da emeklilik geçirilecek bir tatil evinden daha kıymetli olduğu düşünülürse, başarı oranları hayal gücümüze bırakmadıkları serbest alana ters orantılı olarak yükselebilirdi. Bu benzetmenin peşine takılıp gidersek Alec Baldwin'e Tanrı rolü düşebilir, ki belki 1992'deki değil ama 2010'daki haliyle Eski Ahit'in diğer metinlere kıyasla daha kindar olan Tanrı'sını canlandırmak için daha uygun bir Hollywood aktörü bulmanın zorluğu tartışılamaz.


George A. Romero'nun popülerlik kazandırdığı haliyle zombi mitolojisi, tüketicisini etkilemek için bariz alegorilerin yanı sıra, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bu bahsettiğim belirsizlikten beslenir. Ayağa kalkıp beyin peşine düşen cesetlerin vaktinde o bedene misafir olan kişilerle alakası olmadığı fikrini dini ya da --The Walking Dead'in Dr. Jenner'ın ağzından yaptığı gibi-- bilimsel açıklamalarla desteklemeye çalışsak da, zombilere dönüşmek öldükten sonra başımıza gelmesini umduğumuz, ya da geleceğine inandığımız hallerden biri değildir. Tüketiciyi dehşete düşüren fikir, vampirlerin ihtişamı ve cazibesine zıt olarak zombilerin, insanın soyutlanıp basite indirgenmiş bir hali olmasıdır: İnsanın bilinçli olarak idare etmeye çalıştığı duyular ve ihtiyaçlara ket vuramayan, beyin işlevleri neredeyse namevcut, gayritabiiliğine rağmen evrimde insandan birkaç adım geride gibi düşünülebilen bir yaratıktır zombi, ve insanı zombiden ayıran sınır bir ısırıktan ibarettir. Çizgi roman olarak varlığından bihaber olduğum The Walking Dead'i izlemek için ihtiyacım olan motivasyonu, bu dehşetin birinci bölümün ilk dakikalarında elinde oyuncak ayısıyla gezen bir kız çocuğunda vücuda gelmesiyle buldum.


AMC, orijinal diziler üretmeye başlamasının üzerinden geçen kısa sürede (ilk dizileri Mad Men'in birinci sezonu 2007 yazında başlamıştı) içerik ve kalite konusunda çok ciddi ve aşılması zor beklentiler yarattı. Fon ister 60'lar New York reklam piyasası olsun (Mad Men), ister yıl boyu aynı mevsimin varyasyonları yaşanan bir şehirde orta-üst sınıf yaşantısı (Breaking Bad) ya da günümüz Amerikan istihbarat cemiyeti olsun (ilk sezonundan sonra iptal edilen Rubicon), tüm yapımları adeta birer psikoloji etüdü gibi incelenebilecek derinlikte. Bu sebepten ötürü The Walking Dead ile ilgili ilk haberi okuduğumda verdiğim tepki türün fanboylarının üzüleceği yönündeydi, ilk sezonun sonunda çok da isabetsiz bir tahminde bulunmadığımı düşünerek egomu tatmin edebiliyorum. Türün filmlerine has daimi yüksek tansiyon ve cinnete varan sıklık ve korkunçluktaki zombi öldürme sahneleri yerine, dizi formatının sağladığı rahatlık sayesinde karakter incelemelerine yönelebilen, "kıyamet gelip geçtikten sonra geride kalanlar ne yapar?" sorusuyla kendini meşgul edebilen, hayatta kalma güdüsünün aşina olunan yaşamın bitişine tanık olmaktan doğan pişmanlıkla çatışmasını daha önce görmediğimiz bir derinlikte işleme fırsatı olan bir yapım The Walking Dead. Zayıflığı da burda kendini belli ediyor: Matthew Weiner (Mad Men) ve Vince Gilligan (Breaking Bad)'ın aksine Frank Darabont, su boyunu geçince ümitsizce çırpınmaya başlıyormuş meğer.


Darabont'un kariyerini bugüne kadar çok da merak edip incelemediğim için olsa gerek, yazıp yönettiği üç önemli filmin (The Shawshank Redemption, The Green Mile, The Mist) ortak noktasının Stephen King uyarlamaları olmaları olduğunu fark etmemiştim. Bu üç filmi bir tarafa, The Walking Dead'i diğer tarafa koyunca anlaşılıyor ki Darabont yazılı metni ekrana aktarırken bir tercüman sorumluluğundan fazlasını kaldıramıyor. Stephen King'in olay örgüsü kurma ve okuyucusunu, hevesini kırmadan, mümkün olabildiğince uzun süre muallakta bırakma konularında günümüzde eline su dökecek sayılı yazar olmasından gerek, eserleri ekrana istisnai bir beceriksizlikle aktarılmadığı sürece (Dreamcatcher) izleyiciyi tatmin edebiliyor. Darabont aynı motamot çeviri üslubuyla, formatının limitlerinin getirdiği mecburiyetlerle gösteremeyip anlatmak zorunda kalan, iyi filmleri/dizileri klasik mertebesine yükselten nüansları yakalayamayan bir çizgi romanı çevirmeye kalktığında sonuç vasat kalıyor. Hantal diyaloglar ve kör gözüne parmağım karakterizasyonların yanına önce merak uyandırıp sonra hayal kırıklığına uğratan yan hikayeler eklendiğinde izleyicinin dizi başlamadan önceki heyecanı yerini kekremsi bir tada bırakıyor. Altı bölümlük bir sezonun ancak ikinci sezona girizgah olabileceği, hikayenin daha etli butlu kısmına geçmeden önce piyonların tahtada istenen pozisyonlara dizildiği fikri dizinin ikinci sezonunu beklerken kendi kendimi heyecanlandırmak için kullandığım bir yalan olarak kalmasın istiyorum, zira amiyane tabirle aynı bokun laciverdi on üç tane daha bölüm için tam bir yıl beklemek zorunda kalmak hayatımın en büyük hayal kırıklıklarından biri olacak.
Share This
Subscribe Here

0 yorum:

 
Avaz Avaz Dergisi

izliyorlardı

Avaz Avaz Copyright © 2011 BeMagazine Blogger Template is Designed by Blogger Template
In Collaboration with fifa